Pazartesi, Temmuz 21

Durum Testi

Bu sabah günün erken saatinde metrobüse biniyorum yine. İşe giden insanların kapılardan taşan bedenleri arasına girmek ne  mümkün!  İç kapasitenin maksimum ötesi kullanıldığı bu taşıtlarla hergün işe gidip gelmek başka ülkelerdeki insanlara göre inanılmaz bir mucize.  Boş bir metrobüs beklemek için geri çekildim.  Dikkatimi çeken şeyler arasında bir husus vardıki çözmek ne mümkün.
Otobüsün iç kısımları oldukça rahat görünüyor, ancak kapı önleri / alanlarları üstüste insan yığını halindeydi. Ve bulunduğum duraktata o insan yığınının içine girebilmeyi başaran insanlar olmuştu. Bunun birsürü açıklaması olabilirdi. Milletim içinde beden temasına hasta olan bir takım insanlar bu yığın içerisinde tatmin olma yolunu seçmiş olabilirlerdi mesela. Veya sabah sabah o yığına girerek hayatta kalabileceğinin sinyalini mutlaka vermek isteyen bir insan türüne rastgelmişimdir ben. Çizgi film CROODS'ları seyretmenizi tavsiye ederim. Mağara insanlarının hayatta kalabilmek için verdiği uğraşları gösteriyor. Çoğu sabah birçok insanı oradaki karakterlere benzetiyorum.
Yada benim insanım sabahları kör ve sağır oluyor. Görmüyor, duymuyor o haldede sorun yok mantığında, durduğum yeri asla kimseye kaptıramam bencilliğinde güne başlayan çöp yığını modülünde bir proto tip haline geliyor. 
Yada sadece "işe geç kaldım, bu otobüsle mutlaka gitmeliyim!"  diyenlerle,  "işe geç kaldım, acaba patron ne der şimdi bana!?"  veya "şimdi ne yesem acaba?" diyenler biraraya gelmiş bir durum sözkonusu sadece. Fazla abartmaya gerek yok yani. 
Sonrasında bende öylesine gözümü karartıp o yığının arasına girmeyi göze aldım. Neden mi? 
Bir durum testi için..
Yığının içine girmeye çalıştığınızda bir dirençle karşı karşıyaya kalıyorsunuz.  Yığının oluşturduğu direnç kuvveti bu.  Sonra direnci kırmaya çalışıyorsunuz ve yığının içine - yığın hacmi içine bütünleşerek kalıp haline geliyorsunuz. Önce yığın hacmi yoğunluğu içinde olduğunuzu ve o hacmin sizi sardığını düşünüyorsunuz. Yaklaşık her 5 dk'da bir yoğunluğun hacmi kırılıyor ve artık siz yer ediniyorsunuz o hacimde. Yoğunluk artsa bile artık farketmiyor, çünkü yoğunluğun içinde bütünleşmiş bir şekilde yer almış oluyorsunuz. Toplusal yoğunluk diyoruz biz buna. O kitle içinde yoğunluğa uyarlanmakta diyebiliriz. Ve gerçekten doğru!  Bizzat yaşayıp deneyimlemiş bulunuyorum.
Şimdi aklıma Hindistan'daki tren seferleri geldi. Sosyal medyada az surf eden herkes bilir o tabloyu.
 
 
Böyle olsak napardık yahu?!?   Artık hacim yoğunluğu veya yığından söz edemezdik sanırsam. Bilimin bile buna gerçek bir tanım bulabileceğini düşünemiyorum. Biz yine halimize bin şükür deyip şuncacık kalabalığa sesimizi çıkarmayalım.
 
Aman aman..


sevgiler
ö.N

Pazartesi, Temmuz 14

Hunim Nerede ?

Bana sordu : “Zaman sana ne ifade ediyor?”
Bir an öylece kalakaldım. Bir şey gelmedi aklıma, dilime de tabii. Yada çok şey vardıda söylemek istediğim bir an bir yığılma oldu kelimelerde, cümle kıvamına gelemediler. Ona birşeyler söylemem lazımdı, bekliyordu sonuçta.
Zaman neydi ?
Aklıma karadeliklerden tuttunda zaman olgusunu ilk bulan kimdir acabaya kadar dönen soru-cevaplar dönüyordu. Yani zaman denen o çılgın kavramla uğraşmaya devam ediyordum beynimde.
Benim herzaman için bir sorunum olmuştur zamanla. Daha küçükken bile ilkokula geç başladım olgusu vardı bende. Herkesten 1 yaş büyük olma duygusu, nedense sanki diğer çocuklarla aramda bir nesil varmışcasına bir ruh haline sokmuştu beni. Sonrasında da hayatımın her evresinde (hala) birşeylere geç kalmışlık duygusu yanıbaşımda olmuştur. Sürekli karşıma çıkmaya yeminli gibiydi zaman. Ama kim bilebilirdiki , yıllar sonra 35 yaşımda bu olguyla barışık bir şekilde karşı karşıya değil yanyana oturuyor olacaktık..
Zaman : Aslında , bir o kadar anlamsız , ama diğer yandan da o kadar anlamlı ki…
Hem fazla umursamadan hayata devam edebiliyor konumda olmak hemde onu herzaman düşünerek adım atarak, her şeyi / her kimseyideğerlendirebiliyor olmak garip bir terazi dengesidir aslında. Düşünsenize biryandan yaşamınızı size dilimler halinde bir anlama sokarken diğer yandan ise yaşamın tamamı anlamına gelip direkt sonsuzluk kelimesiyle özgürleşebilen bir anlayış. Ve anlamlar içinde insan olarak nasıl varolduğunuz büyük bir sorudur. Ona karşı koyarak cesurca anı yaşama isteği ile onunla kolkola girmiş bir halde uyumlu bir ilişki içinde olabilmeyi becermekten bahsediyorum.

Her şeyin bir başlangıcı olduğu gibi birde sonu bulunuyor. Zamanın da öyle. Ancak bunu kısımlar içinde değerlendirdiğimizde daha kolay olabilir inancındayım.
- Kendi zamanımız
- Yaşamın zamanı
- Evrenin zamanı
Kendi zamanınız, oluşan anların bir bütünü olup, kendi içinde de biçilen değer kapsamında sonsuzlaşabilir. Ama rasyonel olarak değerlendirildiğinde matematiksel bir olgudur. Ve bir gerisayımdan ibarettir. Yaşam zamanı içine entegre olmuş zamanlarımız, başka insanların zamanlarının başlangıcı ile devam edecektir. Taki evren zamanı, yaşama ait olan zamanı bitirmeye karar vermesine kadar. Bilimsel açıklamalara göre evren sonsuzdur. Ama ben bir sonu olduğuna inanıyorum. Evet yine bilimsel açıklamalara göre evren genişliyor. Bu genişlemeyede kendimce şöyle bir açıklama getiriyorum. Hubble yasasına göre galaksilerin birbirlerinden uzaklaştığı kanıtı, aslında bana göre yeni galaksilerin (zamanların) doğumu ve ölümü olarak adlandırılmalıdır. Ve bunu şu şekil bir örnekleme ilede bağdaştırabilirim (deliyim biliyorum) ; dünyada her doğan insan kadar galaksi doğup, ölen insanlar kadarda galaksi yok öluyor /yokoluyor. Nasılki dünyada insan fazlalığı hergün dahada bir artış gösteriyorsa ,evrendede aynı şekilde. Dar alanlarda varolmak o alanın içine sıkışmış olmak demektir. Ve mutlak bir sonu olacaktır. Evrende bu genişleme sonunda patlayacaktır.

Evet.. zaman neydi şimdi???







sevgiler
ö.N

Pazartesi, Temmuz 7

Sinnerman

Bir arkadaşım var, eleman 1984 yılı doğumlu. Yani Y jenerasyonunda.. şimdi normal durumlarda bu elemanın 90 ve sonrası yıllların şarkılarını bilmesini - sevmesini - hatırlamasını / gerekirse ustalaşmasını beklersiniz değil mi? 
Ama hayır. Bu arkadaş kendi neslinin çok öncesi dönem müziklerini hangi albumun hangi yılda hangi şarkıyı kim söylüyora kadar biliyor. Tabii rock ağırlıklı ve %80 ingiliz müziği tarzı..  Bende müziği çok sevdiğim için bu genç arkadaşımla arada paylaşımlar yaparız. Ki ben X jenerasyonuyum, benim varlığımın öncesine denk gelen dönem müziklerinin hepsini tanıyor.
Birgün dayanamadım sordum. 1984'lü biri nasıl olurda 60-70'li yılların müziklerini hemen hemen o nesildeki insanlar kadar , hatta daha iyi, bilebilir diye.  Açıklama şu :  Dayısı Warner Bros ve diğer yapım şirketlerinin distribütörüymüş. Ve güzel bir arşivi varmış. Meğer o müziklerle büyümüş çocuk.
Hikaye nasıl hoşuma gitti anlatamam!
Bu türler nadirdir. Zarar vermeyeceksin, hor görmeyeceksin. Bu gibi gençler geçmişten gelenleri geleceğe taşıyan vasiyetçiler.  Sadece ingiliz müziği için söylemiyorum elbet. Her türlü tutkuyla bağlanılan ve o iş-konu hakkında uzmanlaşılan herşey için geçerli bu dediğim.  Artık bu tarz insanlar kalmadı denecek kadar az.
Ona göre günümüz şarkılarının hepsi gerek ritim gerek nota gerekse yorum açısından hepsi çalıntı-kopya. Ve asıl müzik üretimi 60-70-80'li yıllarda. Sonrası yok. Yeni çıkan adamların hepsi en fazla 1-2 sene hit olurlar, ve sonrası asla uzun süremezler, üretemezler. 
Genelde bu fikirlerine kimi zaman katılır gibi olurum kimi zamanda yeni bir şarkı yeni bir ses-yorum duyduğumda hala umudumu kaybetmediğimi söylerim. Bu konuda asla yanı fikirde olamadık.
Taki geçenlerde Clara Luzia isminde bir genç kız, "Sinnerman" adlı bir parçayı seslendirene kadar.  84'lü arkadaşımın fikrinin doğru olup olmadığını check etmek amaçlı google hazretlerine şarkı adını bir yazdım, karşıma  Nina Simone adında bir yorumcu çıktı ve şarkı 1965 sene yapımı!?  O zaman o genç arkadaşımın ne kadar haklı olduğunu anlamış oldum. Sonra üşenmedim bazı gündemde olan hoşlandığım parçaları araştırdım. Neredeyse hepsi geçmişte yorumlanmış şarkılarmış. Şaşkınlığım büyüktü.  O zaman müzik sektörü tıkanmış olabilir miydi?  Neden sürekli geçmişe yönelip kopyalama yapsınlarki?  
Üretmek yürek ister.  Yüreğin oluşması içinde üretmek içinde tutku gerekir. Tutku yüreği besler, beslenen yürek üretmek üzere beyni zorlar. Ve zorlanan beyin hayal gücünü harekete geçirir. Sonunda ortaya "birşey" çıkar.  Belki bir melodi..Belki bir şiir.. Belki muhteşem bir hikaye.. Belki bir eser.. Belki bir resim.. Belki bir emek..
Yeni birşeylerin üretimi duyguların harmanlanması ile gerçekleşir. Duygular yaşanmışlıklardan beslenir.  Görüldüğü üzere üretmek için birçok değişik evreden geçmek gerekmektedir. Öyle o kadar kolay bir süreç değildir. Herkes üretemez. Hadi öylesine yapayım diyede olmaz.
Özellikle müzik.. Temelde 7 notanın sonsuz kere çarpımı ile ritim oluşuyor. Yani o kadar olasılık varki, çalmaya gerek yok. Sürekli cover edilmesi hoş olmuyor. Zaten misal ben şu aralar parçaların orjinal hallerini dinlemekten büyük keyif aldığımı farkettim. Zaten bir şarkının ilk yorumu, bestenin duygusunu en iyi hissettiren yorum oluyor bence.
Terazi burcu olmamdan kaynaklı üretmeye meyilli olan ben bir zamanlar gitara pek hevesliydim. Harçlığımla gittim kendime siyah akustik bir gitar aldım. Akustik gitarları bilirmisiniz bilmem, tellerin tamamı çeliktir. Parmaklarınız nota basmaktan morlaşır, acır. İlk dönem parmaklarınızı kullanamaz hale gelirsiniz, sonra zamanla nasırlaşırlar. Melodi çıkartacağım diye uğraşırken çoğu akşam, sürekli sevdiğim parçaların notalarına giderdi parmaklarım. Yeni birşey üretmek, üretebilmek bambaşka bir yetenek bu yüzden.. İnsanlar müzik bilgisi tam olmadığından benzer melodileri fazla ayrıştıramıyor. Ama bazılarımızın kulağı iyidir. Hemen yakalar.. Tüm işiniz bu olacak. Üzerinde sürekli (istediğiniz-hissettiğiniz-hazır olduğunuz zaman) çalışabiliyor olmalısınız. Bundan sıkılmamalısınız. Zevkle ve tutkuyla. Hırsla çalışmamalısınız. İşte o noktada cover'lama oluşuyor..

O halde tutku ve hırsın arasındaki farkı keşfederek müzik üretme dileğiyle..

sevgiler
ö.N