Pazartesi, Mayıs 26

Sakin

Millet olarak çok acaibiz. Ne çok seviyoruz kendimizi yüceltmeyi bir diğerini aşağılamayı-horgörmeyi.  Varolmayan yetileri varetmeyi, olanı da  olmasını istediğimiz şekilde göstermeye çalışmayı.

Bu ara gözüme bazı sahneler fena takılıyor. İster istemez önüme gelen bu konu hakkında evvel zaman içinde de sık sık düşünür, kendi kendime söylenir dururdum. Ancak son yaşadığım olay bu konuyu masaya yatırmama neden olmuştur.

Konu  :  NEDEN AZARLIYORUZ ?

Yıllar önce, sene 2001.  İlk iş deneyimim. Son derece kurumsal bir firma bünyesinde işe başlamışım. Yaklaşık 10 kişinin bulunduğu açık ofis tarzı bir departmandayım.  O sene şirket EFQM - kalite ödülüne başvurmuş, inanılmaz bir hazırlık var şirket genelinde. Herkeste bir heyecan, bir  stres.  Sunumlar , istatistikler havada uçuşuyor. Bende bahtsız bedevi olarak anında departmanın EFQM süreç takip sorumlusu olarak seçilmişim.  İş döküman hazırlama noktasına gelince beyler pek bir gönülsüz oluyor nedense. Her hazırlanmış 30 sayfalık sunum, kelimesine kadar tekrar tekrar kontrol ediliyor ve her istatistikteki tüm rakamlar bir bir kontrol ediliyor, sonrasında diğer yatay ilişkideki birimlerle uyuşup uyuşmadığı kıyaslaması yapılıyor. ..falan falan..
Yani kısacası deli bir süreç.
Departman müdürü dünyanın en iyi niyetli insanlarından biri. Fakat tek bir kötü huyu var: sinirli.
Ve sinirlenince bağırarak azarlama özelliğine sahip biri.  Departmandaki herkes birkez olsun nasiplenmiş, huyunu biliyor. 
O stresli günlerden birgün hazırladığım sunumların yanlış panoya asılmış olmasına deliriyor.
Ve tabii o gün bende nasipleniyorum sinirinden. Departmanın ortasında bana bağırarak konuşuyor ve açık ofis olması nedeniyle herkes dinliyor. Hayatımın en dehşet rezil olma durumlarından birini yaşıyorum. Karşımdaki insan kim , niye bağırma gereksinimi duyuyuyor gibi sorularla boğuşuyorum o bağırırken. Çakılmış kalmış bir vaziyetteyim karşısında. Ne bir mimik, ne bir cevap..  sıfır tepki. Ama içimdeki öfke adeta tsunami dalgaları niteliğinde. Sürekli kabarıp kabarıp beynimdeki sağlıklı düşüncelerin hepsini, sakinliğimin temellerini yıkacak modda kuvvetli dalgalar halinde vuruyor kıyıya. Sinirim yüzüme vurmuş, kıpkırmızıyım. Yüzüm cayır cayır yanıyor. Etraftaki bakışları ta ensemden bile hissedebiliyorum.  Normal şartlarda lafa laf söze söz olan ben, agresif bünyeli bir genetik yapıdan gelen ben, gıkımı çıkartamıyorum.  Her nasiplenen gibi bende dinliyor ve sonrasında tıpış tıpış yerime oturuyorum.  E sonrasını tahmin edersiniz, o hırsla doğru lavabo ve sessiz ağlayış.  En nihayetinde yerime geçince herkesin "yazık kıza" bakışları altında ezilmek ise işin en son cabası. Ne çok yorucu birşeymiş.. O gün motivasyon sıfır bende. Gün bitmek bilmiyor. Kimseyle gözgöze gelmemek için başımı o koca "tüplü televizyon" modelli bilgisayar ekranından ayırmıyorum. O derece.
Bütün gece gözümü kırpmıyorum. Kafamdakiler rahat bırakmıyor beni.
Nasıl oluyorda,  şahsen tanıyıp bilmediğin, kişiliğinden - çevresinden -  aile yapısından bihaber olduğun birine bağırarak azarlayıcı bir konuşma yapabiliyor bu insanlar ??   Ne garip!
Sabah oluyor ve şirketteki mesaime başlıyorum. Müdürümüzde geliyor. Bütün cesaretimi toplayıp ona doğru ilerlemek üzere yerimden kalkıyorum. Terler akıyor sırtımdan. Kafam allak bullak. Yaptığımın farkındamıyım diye merak ediyorum ve avucumu çimdikliyorum. Evet acıyor..
Masasının yanına gidiyorum ve kendisine özel olarak görüşmek istediğimi söylüyorum. Evet dinliyorum deyince, "özel" kelimesinin bir kez daha altını çiziyorum. Toplantı odasına geçiyoruz. O an heyecandan şu cümlenin planlanmadan ağzımdan döküldüğünü hatırlıyorum ilk hamle olarak :
"Sizden bir konuda ricam olacak. Bir daha bana  toplum içinde yüksek ses tonu ile konuşmayın lütfen. Belki siz normal şekilde konuşma yetinizi kullanamıyor olabilirsiniz ancak  ben normal konuşunca anlayabilecek yaş ve olgunluktayım." ...

Geçenlerde bir arkadaşımla sözleştiğimiz üzere buluşacağımız o mekana gittim. Salaş yerleri severiz çoğu kez.  Orası da öyle..  Muhteşem tostları olan bu ufak tefek yerde sürekli çalışan iki garson eleman vardır. Öyle eleman dediğime bakmayın, 13-14 yaşlarında tıfıllar daha. O gün yine her zamanki gibi sözleştiğimiz zamandan önce davranarak erkenden damlamışım oraya.  Hava nasıl güzel. Önümde boğaz, pırıl pırıl. Denizin mis gibi kokusu. Keyfim acaip gıcır. Çocuklardan biri fırladı geldi yanıma. Dedim her zamankinden. Fırladı gitti tekrar siparişi vermeye. 
Tam birşeyler karalayacağım, dışarıdan bir bağırma , bir azarlama sesi.  Kafamı bir kaldırdım, mekan sahibi diğer tıfıla bir fırça kayıyorki, aman allahım. Sinirden şah damarı kabarmış, el kol gerilmiş. Hatta sanki o sinirin sonu bir-iki şamara doğruda ilerliyor.  Kendimi nasıl sıkıyorum belli değil. Karışma kızım diyorum bana. Senin işin değil, karışma..
Derken neden sonra kendimi mekan sahibinin yanında buldum. Bir an için aniden o sinirli kişi gitmiş, yerine son derece sakin, yumuşak biri gelivermişti. Buyrun'larla hitaplar içinde olan mekan sahibi karşısında sergilediğim sakinliğe ben bile hayran kalmıştım.
"Ekrem bey, sizi tanımasam son derece kaba, iş bilmeyen, üslup tanımayan biri olduğunuzu iddia edeceğim şu tavrınızla (!)  Sizce karşınızdaki bu delikanlı genç konu her ne ise azarlamadan anlayamayacak kadar aciz midir??  Ben sizin yerinizde olsam böyle müşteriler önünde gayet sığ davranışlarla tanınmak istemem.. Şimdi müsadenizle elemanınızın istifa ettiğini size bildireyim. Kendisi yeni bir iş bulmuş olup, en kısa sürede orada çalışmaya başlayacaktır." dedim ve genci kolundan çekip ilerlerken, "sahi siparişimi iptal edin lütfen, çünkü istemiyorum artık!" demeyi unutmadım. Sonra arkadaşımla telefonlaşıp başka bir yerde buluştuk. Yanımda da genç.
 
Bu iki hikaye arasında tam 13 sene var.  Ama insanlarımızın yapısal olarak hala bir gram değişmediğini görüyorum.  Hala düşünmeden konuşuyor, hala soluklanmadan deliler gibi bağrınıyoruz.  Kabul ; ülkemizin sunduğu şartlar pekte sakin olunacak konumda değil. Herkes geçim derdinde. Herkes stres içinde gelecek kaygısı pençesinde. Ama bütün bunlar insanın insana davranışını bu kadar düşüncesizce yapmasını gerektirmez, öyle değil mi?!
 
Babamın bir lafı vardır : "Sinirine hakim olabilmek için  önce bir kaç kere yutkunmak için zaman bırak kendine ve içinden saymaya başla.  Göreceksin işe yarayacak."
 
İşe yarıyor inanın.
 
Her zaman sakin kalabilmeniz dileğiyle.
 
 
PS : O 13 yaşındaki genci tanıdık bir araç yıkama istasyonuna teslim ettik.  Hala orada çalışmakta.
       
 
 
sevgiler
ö.N

Salı, Mayıs 20

Özlem

Evden çıktım yola koyuldum, her zaman yaptığım gibi.  Bugün İstanbul çok içine kapanık.  Koyu gri bir hava ve eşliğinde sakince yağan yağmur.  Adımlarımda sakin. Şemsiyemin altında ıslak yoldaki yansımamı seyrediyorum, o da benimle beraber yürüyor. Her yağmur yağdığında bana eşlik etmesini seviyorum. Çocukluğumdan beri var o... 
Yürürken yağmurun toprakla & ağaçla-çimenle buluşup salgıladığı bir koku vardır ya hani, o buram buram yayılmış etrafa. İçime çekiyorum. İçime çektikçe zaman ayağımın altında kayıyor sanki. Islak asfalta bakıyorum o diğer ben elini uzatıyor bir anda.
Ayakkabılarım değişmiş. Üzerimdeki yağmurlu havalarda  giymekten zevk aldığım  kapşonlu yeşil - lacivert renkli tek parça mont. Ya bu eskimemiş miydi diye düşünüyorum. Pantolonumda da bir sıkıntı var sanki. Yürürken neden bu kadar sıkıyorki diyorum içimden. Biraz daha zorlasam pantolonun düğmesi bir fırlayacak birinin kafasına.  Gülme geliyor bana içten içten. Bastırmak için iki kikirder gibi yapıp yutuyorum o gülme refleksini. Sırtımda da bir ağırlık var, hemde iki omzumda hissediyorum baskıyı.  Elimi bir atıyorum, oda ne?!  Sırt çantası!!   Nasıl yani?  Abi ben ne yaptım bu sabah yaa diye bir kızıyorum kendime.  Yavaşça kafamı kaldırıyorum eve geri dönmek için.
.....
Ama bu nasıl olur ?????
Bu cadde..
Bu evler ..
Burası.. Ama burası.. Nasıl olur??  
Olduğum yerde kalakalıyorum.  Zaman olgusu karmaşıklaşıyor çok. Bir rüya diyorum bu. Kesinlikle uyanmalıyım. Gözlerimi ovuşturuyorum. Ama yine aynı cadde. Orada işte!  Yavaş yavaş korkmaya başlıyorum artık. Aklımımı yetiriyorum acaba?  Başağrımda yok. Hani olsa diyeceğimki ağrılar şizofren boyutuna taşındı, beyin artık benden bağımsız kendi dünyasını yarattı. Ama başımda ağrımıyor..  Gitmek istiyorum ayaklarımda yerinden kımıldamıyor!  Hareket edemiyorum!!
Öylece caddeye bakarken kendimle cebelleşen ben derin derin nefes almaya başlıyorum. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes içime çekip, sonra içimdekini sakince boşaltıyorum.  Bu bir rüyada olabilir diyorum kendime usul usul. Uyanıcaksın birazdan tatlım diye diye temkinliyorum kendimi.
Derken, neden sonra içime çektiğim havanın tadını alıyorum genzimde. Bu koku.. ne kadar tanıdık, ne kadar gözlerimi kapatmadan önceki yere has! 
Birden bir rahatlama geliyor üzerime. Yüzümde bir gülümseme beliriveriyor. Tanıyorum bu kokuyu.. Şu an evden çıktım, yıl 1990. Okula gidiyorum ve tam okulumun ana caddeden ayrıldığı yol başındayım. Genelde yağmurun yağdığı bu ülkede.. bu şehirde..
Nasıl özlemişim yağmur-toprak-ağaç kokusunu!!!! 
İçimde kocaman ÖZLEM haykırıyor : aç gözlerini aç!  Hadi!!! 
Kokuyu içime çektikçe başım dönmeye başlıyor. Özlem buram buram .. Kafamı eğiyorum yere. O heyecanı yavaş yavaş yaşamak istediğimi farkediyorum. Tadını çıkararak. Yavaş yavaş..
Gözlerimi açıyorum.
Yerdeki yansımam bana bakıyor yine. Kafamı kaldırıyorum heyecanla, ama ağırdan.
....
Yok..
Ama bu cadde az önceki cadde değil?!?!  Benim okulumun caddesi değil!!
Gözlerimi ovalıyorum sinirimden sıkı sıkı!  Ama hayır.. nafile.
Her sabah işe giderken kullandığım sokak burası!  Ve ben orada öylece dikilmiş sokağa bakıyorum.
Hayalkırıklığı büyük. 
Kendime gelmem birkaç dakikamı alıyor. Sonra anlıyorum, hala ıslak toprak ve ağaç kokusu genzimde yapışmış halde ; bu yine özlemin bana sergilediği küçük şovlardan biriydi.
Özlem duyduğunuz birşey size, kimi zaman  koku veya ses niteliğinde geri dönüp kendini hatırlatabilir.  Bende sık olur. Alışkın olmama rağmen yinede her defasında sanki özlem duyduğum şeyleri yaşayacakmışım gibi heyecanlanıyorum.
Bu güzel birşey.. Zira ÖZLEM beni ayakta tutan tek olgu diyebilirim. Ve yazmama neden olan tabii.

Özleminizin size özel olması dileğiyle..

sevgiler
ö.N


Pazartesi, Mayıs 12

Beni Dinle

Dünya insanları artık taşıyamaz halde. O kadar çok çoğallıyoruz ki.. Hergün milyonlarca yeni yaşam doğuyor; ölenlere oranla fazla. İnsan kalabalığının & yoğunluğunun oldukça hatrı sayılır bir şehirde yaşıyorum. Bu şehir öyleki her senaryoda bir başrol veriyor sergilenmesi istenen.
Ülkemde nüfus gelişimine baktığımda 15-25 yaş arası aktif nüfus sayılan grubun yüzdesi diğer ülkelere oranla oldukça iyi.  Gençliğimiz dimdik ayakta!  Hey maşallah! (allahım onları doğru yoldan ayırmasın umarım) 
Fakat günümüz gençliğinde gözlemlediğim bir unsur bulunuyor : mutsuz - tatminsiz bir gençlik bu. İletişim iliminde okuyup masterlar yapan, akademik kariyerinde Doç./Prof. şeklinde ilerleyen, şirketlerde  insan iletişimine dayalı bölümlerde yüksek maaş beklentisi içinde gelecek hayalleri kuran bu gençlik, insanlarla daha henüz gözgöze gelemiyor, kendini en doğru nasıl ifade edebilir onu beceremiyor, İNSAN odaklı olacakken insan olgusundan uzak yaşıyor. Kendini dünyaya kapatıp, beklentilerinin  gerçekleşmesini bekleyecek kadar naiv olduklarını sanmıyorum. Çevresindeki olup bitene YANLI bakan bu gençlik nasıl olacakta DÜNYA için birşeyler yapabilecek seviyede bir noktaya gelecek ki ?!  Çevresinde olup biten "normal yaşama"  uzak yaşamayı tercih ettiği noktada KULAKLARINI dünyaya tıkaması çok acı.  Kendi hayatında yalnızlığa yönelerek, tekil bireysellik içinde kulaklığından seslenen müziğe - sese sabit kalması, dünyaya-yaşama (kaba tabirle, af buyrun)  koymaz.  Hani bir laf vardır : Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış diye..
Sen kulağını insanlara,hayata,yaşama tıkasan ne yazacak!?  O üçlü yine istediğini yapacak sen onlara kulak versende vermesende.
Elbette bunu arada kafa dağıtmak için müzik dinleyen, veya üretmek için dinleyen insan topluluğu-gençliği için söylemiyorum. Az önce cümle içinde altını çizdiğim sıfattan ibaret olanlara lafım.  Neden mi bu kadar sert çıkıyorum bu konuya?
Bakın ne oldu :
Sabah sersemliği, içimden konuşa konuşa ilerliyorum. Daha önce arada yaşadığım bir duygu var o sabah üzerimde: çok fazla kalabalık!   Herkesin kulağında rahmetli  İnönü'nün kulağındaki işitme aleti kablosu  gibi beyaz / siyah kablolu kulaklıklar var.  Hadi rahmetli DUYMAK için takıyordu, biz ise KULAĞIMIZI tıkamak için-dünyadan kopmak için takıyoruz. Ama o sabah herzamankinden bir tık daha fazla batıyordu gözüme nedense.  İlerlerken bir kıza takıldı gözüm. 17-19 yaş arası vardı sanırsam. Yeni yetmelerden. Daracık taytı yada kotu, deri kısa ceketi içinde beyaz incecik bir t-shirt bulunuyordu. Tabii beyaz kulaklığını unutmayalım lütfen. Gözgöze geldik, uyurgezer hali içinde kaldırımdan bana doğru ilerliyordu. Birden gözlerini gözlerimden kaçırıp telefonuna baktı. Ya kanal ya müzik değiştirecekti galiba. O sırada bir otobüs sesi duydum, kıza doğru dikkat et diye bağırmamla aynı anda adımını caddeye atmasıyla birden koca halk otobüsü gözümün önünde kıza çarptı. Kız 5 m öteye fırlaması ile birden aniden yerden kalktı büyük bir sersemlikle. Hemen fırladım yanına. Derhal yatmasını söyledim. Görünürde başında bir sıyrık vardı ama içeride ne vardı onu bilmiyorum.  Kız anlayamadı durumu, ben ise sinirler bozuk zangır zangır titriyorum. Hemen etrafımız insan yığını.. Her kafadan ses!  Almış olduğum ilk yardım eğitimi uçtu gitti dosyalardan. Tek bildiğim kızın kımıldamamasını sağlamaktı ambulans gelene kadar. Elimi sımsıkı tutuyordu, gözleri sadece bendeydi. Ona durmadan sakin olması gerektiğini söylüyordum, ama birininde (bilseler halimi) beni sakinleştirmesi gerektiğini düşünüyordum. Öylece ambulansın gelmesini bekledik.  Ambulans geldi, kızı aldılar arabaya. Refakat etmek istedim, ancak yabancı olduğum için almadılar. Ne alakaysa..  Sonrasın allaha kalmıştı maalesef. O kadar üzüldümki anlatamam! O gün kendime gelemedim. Beni duysaydı keşke diye düşünemeden edemedim.

Biliyorum.  Kaderimizde ne varsa onu yaşayacağız. Ve bu durumun kulaklığa bağlanmasının saçma olduğunuda biliyorum.  Ama gelişen olay dengesi orada düğümlenmiş gibi geldi o an. Kulağımızı tıkayınca , sesleri duyamıyoruz. Yaşamın "aman dikkat!" dediklerine kulak tıkamış oluyoruz sanki.
O kız eğer kulağında kulaklık olmasaydı, otobüsün sesini duayacaktı. Yada yüksek sesle ne dinliyorsa onu dinlemeseydi.. 
 
Not : Yazıma başlangıcım GENÇLERE yönelik başlamış olabilir, kusura bakmasınlar. Aslında  artık yaşı kalmadı o kulaklıkların, farkındayım. Ancak anlattığım olaya has bir duygu yoğunluğu olduğu için gençlere yöneldim..  Kızmayın bana, zira seviyorum sizi ben.
 
sevgiler
ö.N
 
 

Pazartesi, Mayıs 5

Yapay

Etrafımda mutlu insan göremiyorum. Herkes o kadar yapay "mutluluklarda" dolanıyorki, onların gerçek mutluluk olduklarına dair bir inanç taşıyorlar içlerinde. Gerçek ile yapay o kadar içiçe geçmişki, bazen ben bile (bile diyorum, çünkü mutluluğun varlığına inanmam, bana göre memnuniyet vardır) ayırt edemez buluyorum kendimi. Daha doğrusu sorgularken buluyorum kendimi. 
İnsanların hikayelerini dinlemeyi oldum olası sevmişimdir. Hikayelerini dinlerken onların dünyalarına girmeye, olayların o an ki atmosferini solumaya çalışırken bulmuşumdur kendimi sürekli. Genelde fark ettiğim şey ise ; insanların "mutsuz" anlarında konuşmayı çok sevdiğidir. "Mutlu" oldukları şeyler hakkında konuşmazlar, sadece yaşarlar. Ve yaşarkende başkaları bilsin, duysun, hissetsin istemezler. Ama bunu kınadığım için yazmıyorum. Aksine insana özgü bir durum olduğu için paylaşıyorum.
 
Bu ara önüme AŞK ile ilgili "mutsuz" hikayeler geliyor.  Detaylar farklı olsada olaylardaki öz aynı neredeyse : AŞK'ı yaşamayı artık beceremiyoruz. AŞK yerine SEVGİ'nin daha has bir duygu olduğunu anlayamıyoruz.
 
Eskiden kadınlar narindi ; çabuk  incinir-kırılırdı. İlgi bekler; beklentilerine cevap verecek ilişkiler yaşamayı, öyle bir erkeğe aşık olmayı isterlerdi. Sabırla beklemeyi bilir, az ile yetinmeyi becerebilirlerdi. İlişki halinde bulunduğu erkeğe ve içinde bulunduğu ilişkiye saygı duyardı.
Tabii erkek içinde geçerliydi bu. Erkekte eşini-sevdiğini biricik tutar, varlığında yatan doğal yücelik karşısında esas duruş sergilerdi kadına. Bilirdi kıymetini kadınının, sevdiğinin. Nadir bir çiçekmiş gibi davranırdı kendi dünyalarında ona.
 
AŞK ile SEVGİ bu zamanlarda birbirleriyle AŞK yaşarlardı zaten. Bu yüzden ilişkilerin temeli güçlüydü. Bu yüzden SAYGI, bu ikiliye saygı duyup üzerine düşen vazifeyi yerine getirmeye gönüllü olurdu.
Şimdi ise.. o kadar YAPAY ki herşey. O kadar zamanı pas geçen ilişkiler yaşanıyorki, o kadar BENCİLLİK ön plandaki o bencilliğin altında eziliyor insanlar, ilişkiler.  Kadın, erkeğin "egemenliği" ilan etmesini kaldıramıyor, kendi bağımsızlığını-özgürlüğünü yaşayarak ilişki yaşamak istiyor. Erkeğin, düşünemeyen bir varlıkmış gibi onun adına karar vermesini hazmedemiyor. Hayatına yön verici biri olarak girmesindense, daha çok destekleyici unsur taşıyan bir kişi olmasını tercih ediyor.
Erkek ise kadının tıpkı eski zamanlardaki gibi "kadın" olarak davranmasını - yaşamasını diliyor. (Kavramlar o kadar karışık-iç içe..) Ama kadının bu değişen duruşu karşısında o da tabii gardını almak durumunda kalıyor. İsteğinin arkasında dimdik durmaya başlıyor, ve gitgite daha bir agresif daha bir anlayışsız oluyor.
 
Kadın zamanın getirdiği değişikliklerde daha bir erkekleşmeye yönelik değişim sergilerken, erkek ise hiç değişmeden değişmeye çalıştığını sanarak yoluna devam ediyor kanımca bu hikayelerin içinde. İşte tamda bu yüzden ilişkiler birbirini pas geçiyor.
 
Günümüz 25-35 yaş grubu erkek ve kadınları zamanın acımasızlığına maruz kalıyor ilişkilerinde.
Ne istenenler dolu dizgin gerçekleşebiliyor, nede kişiler ilişkilerde tamamlayabiliyor kendilerini.
Kendi bencillikleriyle başbaşa kalıyorlar sonunda. "Mutsuz" ve "Yalnız"
Herşeyin çok çabuk tükendiği şu günümüzde, ilişkilerde yorgun düşüyor. Yetmiyor kendine, kişilere.
Çok çabuk tükeniyor..tükeniyoruz..tükeniyorlar..
İnsanlar beraber olduğu insanların kıymetini zamanında bilmeyip, hem onu hem kendisini hemde ilişkisini tüketiyor, sonra o insan hayatından gidincede ah ben ne yaptım derken buluyor kendini. Sonra o giden insan geri dönmek istiyor, ama geride bıraktığı o insan bıraktığı yerde olmadığı için onu bulamıyor aynı.
 
Bu döngü şimdiki zaman içinde kıymet bilinmezliğin ifadesidir aslında. Her daim olmaya devam edecek olan bir süreç. Ne zamanki taraflar  geçmişten günümüzü veya günümüzden geçmişi yakalayarak buluşabilmeyi sağlamayı başarır ; biraz kendinden biraz karşıdan fedakarlık bulur, o zaman ilişki başlar, devam eder ve çoğalır.
Yapay olanlar dışarda kalır. Aşk ve sevgi aşk içinde saygının eşliğinde gerçek olur.
Bazen düşünüyorumda içinde bulunduğumuz zamanıda bizler yapaylaştırıyoruz.
Yapay zaman paralelinde yapaylaşan bir dünyada yapay zekalar ve kalpler olarak yapay hisler oluşturuyoruz.
 
Daha ne kadar kötüleşebilir diye merak etmeden duramıyorum bazen..

sevgiler
ö.N