Cuma, Haziran 27

Zat-I Muhterem

Bugünlerde ne gazete okuyasım var nede televizyon izleyesim.  Her başlık kötü.  
Her sunulan haber ruhumu sıkıyor, her okuduğum haber beni bunalıma sürüklüyor.  Ara vermeye kalkıyorum, bu seferde kayıtsız kalamayacağım bir olay gelişiyor. Ve başlıyorum harıl harıl haberi okumaya, araştırmaya. Sonra "ya bu dünyada yaşanmaz artık!" sürecine giriyorum tabi.  Sonra düşünüyorum bunca insanın insana çektirdiği işkence niye diye. Tek cevap geliyor aklıma : PARA
Acaba parayı gerçek anlamda ilk keşfeden o zat-i muhterem kimdi ? 
(Zat-I Muhterem=Küfredilesi Şahıs)
Paranın kitaplarda yazan tarihçesini biliyoruz : "MÖ. 3. yy. başından itibaren bakır, gümüş, kalay ve altın gibi madenler paranın yerini tutmuş; paranın değişim aracı, ödeme aracı, hesap birimi ölçüsü, değer saklama aracı olma gibi işlevlerini yerine getirmiştir.."   falan falan.  Benim derdim ise bu fikri ilk akla getirende. Ve bunu etrafa yayanda. Hangi tüccar, hangi bilimadamı, hangi ekonomist, hangi siyasetçi?  İşi gücü yokmuyduda bu adamın kalkıp böyle saçmasapan bir buluş yapıp dünyanın bir tek bu buluşa saplanıp kalmasını sağladı??   Öyleki icad edilen herşey PARA'ya bağımlı oluyor. Kölesi haline geliyor.
Misal Elektriğin icadı ..

ELEKTRİK
Eski Yunan döneminde Milet'te (Anadolu, Aydın civarında eski yerleşim yeri) yaşayan Thales (MÖ 624-MÖ 546) de doğayla ilgili araştırmalar yaparken kehribarın yünle ovulduğunda tüy ve saman gibi hafif maddeleri kendine çektiğini, uzun süreli ovmalarda ise insan vücuduna yaklaştırıldığında küçük kıvılcımlar çıkardığını fark edip bazı araştırmalarda bulunmuştu. Theophrastus, kendi zamanında lyncurium olarak adlandırılan ve günümüzde turmalin olduğu düşünülen kıymetli şeffaf bir taşın küçük kütleleri kendine çektiğini gözlemlemiş ve kayda geçirmişti.[4]Pliny, torpido adlı temas edildiğinde şok etkisi yapan balıktan söz etmişti, ancak bu etkinin kehribar veya turmalin maddelerinin etkisiyle aynı olduğu fark edilememişti. 5. yüzyıl'da yaşamış olan Eustathius, Tiberius'un azad edilmiş bir kölesinde bulunan gut hastalığının bu balık sayesinde tedavi edildiğinden bahseder. Elektriğin tıbbi amaçlarla ilk kullanımı da bu olaya dayanmaktadır.[4]2. yüzyılda Çinliler tarafından mıknatısın şerit haline getirilip serbest bir şekilde dönmeye bırakıldığında kuzey - güney yönünde sabit kaldığı keşfedildi. Mıknatısiyetin bu yön bulma kabiliyeti sayesinde Çinliler manyetik pusulayı icat etmişlerdi...  
Ama asıl atılım, yani kapitalizmin filizlenmeye başladığı dönem 19. yy'dır. 
  • 1864 : İskoçyalı matematikçi ve fizikçi James Clerk Maxwell (1831-79) Kuantum fiziği öncesi bilinen bütün elektrik ve manyetik kuramları açıkladı. Maxwell denklemleri olarak bilinen dört temel denklem onun tarafından ortaya atılmıştır.
  • 1869 : William Crookes (1832-1914) ve Johann Wilhelm Hittorf (1824-1914) Birbirilerinden ayrı olarak katot ışınlarını buldular.
  • 1876 : ABD'li Charles Francis Brush (1849 - 1929) Elektrik çalışma akımı üretebilen açık bobin dinamoyu buldu.
  • 1876 : ABD'li Alexander Graham Bell (1847 – 1922) Elektrik titreşimlerini sese dönüştürerek telefonu buldu ve patentini aldı.
  • 1877 : ABD'li Thomas Alva Edison (1847 – 1931) Sesi kaybedip yineleyebilen gramofonu (fonograf) geliştirdi.

  • Şimdi şöyle bir bakınca bu adamlar icadlarını gerçekleştirirken nereden bileceklerdiki icad ettikleri şeyler birgün kapitalist düzende PARA niteliği taşısın ve o düzeni sürekli körüklesin. Sonuçta bu durum parayı icad eden kişinin başımıza açtığı durumdan ibaret. Bence. Charles Francis Brush nereden bilecektiki ürettiği elektrik akımının birgün sanayi devriminde çığır açacak bir unsur olacağını ve günden güne doymak bilmeyen bir canavar gibi dünyanın temiz atmosferini sömüreceğini ve insanlığa yarar olsun diye sağladığı şeyin küllüm bir zarar oluşturacağını ve hatta insanlığın devamının tehlikeye bile girebileceğini, değil mi?  Yada sevgili Graham Bell nereden bilecektiki birgün bulduğu buluş ceplere sığacak kadar küçüleceğini, artık 5 yaşındaki küçük bir insanın bile bir parmağı ile dünyaya ulaşabileceğini, böyle bir pazar yaratılarak milyar dolarların havalarda uçacağını ve bu buluşun yarattığı manyetik alandan ötürü insan beyninin etkilenip  yeni yeni hastalıkların oluşup insan sağlığına zarar vereceğini, değil mi?
    Onlar belki bilemezdi, ama onların icadlarını kapitalizm için kullanan, o icadları para uğruna aracı eden bazı PARA BABALARI vardı. Onlar sayesinde şimdi toplu taşıtlarda insanlar etrafına bakmaktansa kafaları eyip, ellerindeki el kadar cihaza odaklanıyorlar. İnsanca konuşmaktansa sosyal medyaca irtibatı tercih eder durumdalar. Daha bir seneyi geçmeden elindeki telefonun bir üst modelini piyasaya süren kapitalist zihniyet ile kapitalizme ayak uydurmaya çalışmak için bankalardan çıkamayan biz insanlar arasında farkına varılamayan bir bağ oluşmuş durumda. Oluşmuş diyorum, çünkü etkileşim insanın kendi bilinci sayesinde gerçekleşmiyor kanımca. Belki şimdi sanayide insanlar makinaları-cihazları yönetiyor. Ancak gelecek zamanda korkarımki 2004 yılı yapımı olan "ROBOT" filmindeki gibi robotlar bizi kullanıyor hale gelecek. Ve belki yine o filmdeki gibi robotlar birgün dünyamızı, hayatlarımızı istila edecek. Kimbilir..
    Geçenlerde "National Geography" kanalında kutupların erimesine karşı alınması gereken önlemler ile ilgili bir program izledim. Orada kutupların erimesini geciktirmek için yapılan çalışmalardan bahsediliyordu.  Yeni bir icad : bir tekstil ürünü.  Belli bir m2'ye bu örtüleri sererek erimeyi geciktirip geciktirmediklerini gözlemlediler. Ve erime geciktiriliyordu..  Belkide artık insanlar geçmişte yapılan icadların kapitalizme dönüştürülmesiyle meydana gelen zararın farkına varmışlar ve bundan sonra dünyayı kurtarmak için yeni icadlara başvuracaktır. Zaten günümüz Z nesli icad neslidir.
    Öyle veye böyle her teknolojik icad kapitalizme kurban gitmeye mahkum olacaktır. Çünkü şimdi herşey bir chip hazinesinden ibaret.
    Korkarım, parayı icad eden o zat-ı muhterem daha çok tarafımca anılacak. Belki teknolojik bir icad ile kendisine ulaşıp mesajımı iletebilirim, ne dersiniz?

    sevgiler
    ö.N

     

    Pazartesi, Haziran 23

    Klon Ben

    Etrafta öbek öbek Suriye'li aile.  Önceden belli insan kalabalığının fazla olduğu merkezi yerlerde beliriyorlardı. Şimdi artık heryerde onları görmek mümkün. İçler acısı haller.  İşin politika boyutuna girmeyeceğim. Çünkü girersem çıkamayacağım ve şu an odaklanmak istediğim ana temadan uzaklaşacağım. Ülke yönetimi ve dış politika yönetimi konusunda ne zaman dünya güçleri esiri olmaktan kurtulur, kendi ayaklarımız üzerinde dimdik TÜRK MİLLETİ olarak durabilmeyi başarırız, o zaman kanımca çok daha farklı boyutta olabiliriz. Ancak üzülerek belirtmeliyimki bu asla mümkün olamayacak. Zira zaman paranın - güçlü ekonominin zamanı.
    Evet yine dayanamayıp az kıyısından biraz girmiş bulundum politikaya, hemen çıkıyorum şimdi :)
     
    Bu insanların ülkesinde savaş çıktı ve hayatları pahasına kaçtılar belli. Önceleri sınır bölgesinde idiler, sonra yavaş yavaş sınıra yakın şehirlere oradan iç bölgelere.. ve en sonunda metropollerimizde.
    Tıpkı birer dilenci gibi aile boyu dileniyorlar. Kadınlar kucaklarında küçük bebekler veya çocuklar duvar diplerinde, kaldırım kenarlarında, yol kenarlarında oturuyor ; biraz daha büyükçe olan çocuklarda ya kalabalığın arasında her insanın önüne dikilip boş elini uzatıyor yada bir mendil satma derdinde. Bazen aile şeklinde geziniyorlar etrafta, erkeklerle beraber.  Erkeklerin başlarında örtüler, uzun elbise tarzında kılık kıyafetler.. Üst başları inanılmaz pis ve oldukça sefil. Kendi dilleri ile dilenmeye çalışıyorlar. Bazılarının önünde türkçe yazılmış arz-u hal bilgisi bile mevcut. Bu insanlara dilenmeye kim yönlendiriyor?  Dilenme noktalarını kim belirliyor, nasıl biliyorlar?  Nerelerde yaşıyor, nerelerde barınıyorlar?  Ne yiyor ne içiyorlar? 
    Hemen hemen her gördüğümde bu insanları kafama takılan sorulardır bunlar. Yalnız acıbadem köprüsünde bir aile var, onlar bir parça daha "farklı". Daha temiz ve düzenliler.  Erkek başındaki o garip örtüyü çıkarmış,modern. Kadın ise son derece özenli. Sürekli çocukların ellerini siliyor, daha temiz ve bakımlılar. Kendiside öyle. Her defasında bu insanların kendi ülkelerindeki yaşam koşullarını çok merak ediyorum. Nasıl bir yaşamları vardı?  Ne iş yaparlardı?  Evlerinde nasıl bir düzen bulunuyordu? Ne yemek yerlerdi?  Nasıl giyinirlerdi?  Neleri hayal ederlerdi?  Nereleri gezerlerdi?  ... vs vs.  İnsan bütün bunları düşününce "insanlık boyutunda" eriyip bitiyor. Yüreği burkuluyor, yardım etme isteği doğuyor. Sonuçta eminim onlarda istemezdi bir savaş çıksın, yerlerini yurtlarını bırakıp canı pahasına kaçsın!  Düşünsenize bir, herşeyinizi bırakıp gidiyorsunuz bilinmezliğe doğru. Geçmişiniz ve geleceğiniz, hatta hayalleriniz ve mutluluklarınız kalmış bir yerlerde, siz bir yerde. Akrabalarınız ya ölmüş yada başka yerlere dağılmış, yada akıbetini bile bilmiyorsunuz. Çok zor..  Hayal edilemeyen, empati kurulamayan bir durum bu. Allah ülkemizi korusun diyorum içten içten. Böyle durumlara düşürmesin rabbim!   Belki bu aile suriye'nin bizim ülkede sen-ben gibi orta halli geçinen bir aileydi. Belki erkek bir zanaat ustası, belkide kendi işi olan bir tüccardı. Belki eşide eğitimliydi. Belki çok modern insanlardı... hayal-hayal-hayal.  Bazı şeyler insanın başına gelmeyince kestirilemiyor. Bu benim insani boyutumdaki ben..
    Peki ya vatandaş olan ben ne diyor ?   
    İçimde yaşadığım bocalamanın  sınırları bir parça içiçe girmiş durumda. Elimde değil.
    Misal, son zamanlarda yaşadığımız BÜYÜK KAYIP / SOMA'daki rahmetlilerimizin geride bıraktığı aileler & çocuklar benim için ilk etapta daha önem kazanıyor. Onlara, kendi insanlarıma yardım elimi uzatmak varken, bir vatandaş olarak bana danışılmadan sınır kapılarını açıp buraya bir yetimin hakkına düşen ekmeği bölmek olgusu pek sıcak gelmiyor. Zaten ülke olarak kalkınmaya çalışan bir ülke olduğumuz ortada. Her savaş çıkan ülkeye kapı açacak olursak, bizler ne olacağız?  Daha zor şarttaki vatandaşım ne olacak?  Velevki aynı durum (allah korusun) bizim başımıza geldi, hangi ülke sizce bize kapısını açacak?!!!  Hiçbiri!  Üç tarafımız denizlerle çevrili ama artı hepsi düşman bize..
    Bir Türk vatandaşı olarak bunlara katlanamıyorum.
    Ancak bir dünyalı olarak yaşadığım ülke içerisinde hem bir vatandaş olmak hemde yaşayan bir varlık diye nitelendirdiğimiz canlılardan biri olan insan olmak oldukça zor. Hangisini ne zaman nerede kullanacağımı bu gibi zamanlarda hiç seçemiyorum. Ve bocalıyorum..

    Acaba kendimi klonlayıp her iki tarafıda tatmin etsem nasıl olur acaba???

    sevgiler
    ö.N

     

    Pazartesi, Haziran 16

    Rol Model

    Metrobüsten iniyorum, günün her zamanında kalabalık potansiyelinin fix olduğu zamanlardan birinde karışıyorum bende o insan yığınına.  Iniş - Çıkış mantığının asla düzenlenemeyeceği bir kural ile, tek yerden hem iniliyor hem çıkılıyor. Oysa çözümü çok basit.  Aynı yerden kuzey güney çıkışı ile bir taraftan girenler diğer taraftan çıkanlar çok daha düzgün organize edilebilinir. Ama yok, düzenli ortamlar bizi halk olarak bozabilir. Bize gelemeyebilir. Öyle bir düzende bırak yaşamayı, nefes alamaz hale bile gelebiliriz değil mi?   Mazallah (!)   Ülkemizde mutlak iyi mühendisler iyi mimarlar vardır herhalde bunu öngörebilen. Sonuçta  aklı hayali zorlayan paralar dökülüp özel üniversitelerden mezun binlerce mühendisimiz - mimarımız var.  Yada  devlet okullarında "sürünerek" okumak durumunda kalan gençlerimiz. Sonrada çok iyi firmalarda torpillerle iyi mertebelere gelen, ama iki çizgiyi biraraya getirmesini haspel kader becerebilen bir tarafla hayat yarışına girmek durumunda kalan, ne cevher gençlerimiz var bir türlü değerlendirilemeyen. Hiçbirşeyimiz düzgün değil. Nereden başlarsak başlayalım, sistemimiz çürük.  Ben bunu (tamamen kendi görüşümdür) bizim göçmen kökenimize bağlıyorum. Eğer gerçekten söylenildiği gibi orta asya'daki göçmen türk kabilelerinde geldiysek, göçmen yerleşik düzenin bizler üzerinde garip izleri bulunduğuna inanıyorum. Göçmen kabilenin mantığı, mevsim şartlarına ve elinde bulundurduğu mevcut varlıklara  (aile, hayvanlar, eşyalar..) göre hareket etmek, bir yere bağlanmamak, geçiciliğin süregeldiği ve sürekli yarıda bırakıp birşeylere yeniden başlamak şeklinde ele alınabilir. Mevcut şartların ve yerin kendi yararına olan kısımlarını kullanıp, yeni şartlar ve yerler arama çarkı aslında onlar için hayatta kalma yoludur.  İşte bundan dolayı bizler sistem kurmayı ve o sistemi sürdürmeyi beceremiyoruz.
    Neyse o kalabalığın içine doğru bende girerken gözüme başka bir şey takılıyor.  Bir kadın ve iki 6-7 yaşlarında erkek çocuk yanında ilerliyor. Anne çantasından dudakları arasında tuttuğu sigarayı yakmak üzere çakmak arıyor harıl harıl. Erkek çocuklar muhtemek ikiz. Biri annesinin yanında ilerlerken "Anne içmesene şimdi sigara.." diye buruk gözlerle yalvarıyor. Ama bir yandan da alacağı tepkiyi tahmin ediyor olsa gerekki, tedirgin. Diğeri ise bir adım geride elindeki kakaolu süt kutusunun pipetini çıkarmış sigara gibi yaparak oyun oynuyor gizli gizli.  Ben şu kadarını gerçekten anlayamıyorum. Şimdi bu çocuklar yarın büyüyünce sigara kullanmaya başlayınca bu anne oğullarına "oğlum, içme şu mereti ne olur, bak zararlı"  diyebilir mi-hakkı olur mu?  Hadi hak sahibi olsa bile, demeye yüzü olur mu?  Hadi yüzü oldu diyelim oğlanlar onu dinler mi?  Çocukluk dönemlerinizi bir düşünün.. Gözlemlediğiniz - duyduğunuz her şey yeni ve sizin beyniniz henüz sıfır kadar yeni o yaşlarda. Ve beyin o dönem herşeyi kayıt ediyor, ama herşeyi. Yapılan hareketler, söylenen sözler. Evet dış dünyada belki çocuklarımızı koruyamayız. Evet dış dünyada çok fazla kötü insan ve çevre var. Ancak önce içeriden, yani kendi dünyamızdan başlamamız lazım. Örnek olunacak herşeyi çocuk önce en yakınından rol model olarak kopyalar.
    Şimdi bu anne sokakta çocuklarıyla birlikteyken sigara içmeyi göze alıyor, çocuklarda annemiz kötü birşey yapmıyor, o zaman sigara içmek kötü birşey olamaz herhalde mantığı güdüyor. Ve ileriki zamanlarda arkadaş ortamında BİR FIRT al birşey olmazlar başlıyor.
    Ve döngü baştan başlıyor.
    Anne-Baba olmak gerçekten kolay değil. Bir insan yetiştirmek gerçekten zor, biliyorum. Ve hiçbir zaman herşeyi tam doğru şekilde yapmakta mümkün değil, farkındayım. Ama her zaman "düşünerek" davranabiliriz. En azından onlar için kendi payımıza düşen kısımda içimiz rahat olabilir. Ben aile unsurunun çocuk üzerinde çok önemli olduğuna  inananlardanım.  Aslında daha öncede yazılarımda belirtmişimdir kesin, çocukların birer emanet olduklarını düşünüyorum. Yetişkinlere emaneten teslim edilmiş diğer insanlar onlar. 
    Yetişkin oluncaya kadar bizler birer gözetmeniz. Yaşamın döngüsü için çalışanız hepimiz.

    Üzülüyorum.. bu densiz düşüncesizlikleri görünce.. hem emaneti teslim almış yetişkinler için hemde yetişkinlerin elinde yetişkin olmaya gayret gösteren küçük insanlar için üzülüyorum.
     
    Etrafınızdaki tüm emanetlere düzgün veriler yüklemek adına
     
    sevgiler
    ö.N
     

    Pazartesi, Haziran 9

    Sanane

    Bugünlerde "enerji" kelimesine veya "enerji" türevli tüm kelimelere, diğer zamanlardan çok daha fazla takılmış vaziyetteyim. Fark ettimki eğer pozitif bir gününüzdeyseniz, konuştuğunuz iş yaptığınız kişilerle iletişiminizde "pozitif" geçiyor. Herkes karşısındaki insan hakkında “Ne tatlı bir insan” diye düşünüyor. Birde bunun tam tersi de olabiliyor. Bu tarz diyalogların sonuda "I-IH! Yok yok.. Yıldızlarımız barışmadı" şeklinde bitebiliyor.

    Aslında birde bunun bir tık ilerisi var. Yeni bir insanın ortama girmesi. Yeni insan ortama girer ve ilk izlenimin yarattığı değerlendirmelere göre anlık reaksiyonlar belirir. Başından ayaklarına kadar incelenir. Her hareketi gözlemlenir bir anlam yüklenmeye çalışılır. Hatta ilk an atmosferine göre alaşağı etmeler, ne sanıyor bu kendini demeler, arada bozmalar, açık nokta yakamak üzere pür dikkat açık ihtimallerine konsantre olmalar belirebilir. Sonrasında o kişi ortamdan ayrılınca hemen bazı insanlar başbaşa verip,o yeni insan hakkında konuşmaya başlar.
    "Ay o ayakkabılar olmuşmu hiç? "
    "Ay ne soğuk nevale!"
    "Bu kalmaz çok burda bak görürsünüz."
    Bu gibi görüşmelerde insanın SANANE diye haykırası gelir. Ve merak eder niye kendi kötü enerjini kendinde saklayamıyorsun? Sanırım, bizim genetiğimizde var bu "değişik enerji". Biz nötr olamıyor, direkt bir puanlama ile başlıyoruz ilişkilere, diyaloglara, hayata...

    Yurtdışında yaşamış biri olarak, arada toplantılara giden biri olarak, oradaki insanların hiçbirinde bu tarz bir yaklaşım bulunmadığını çok net söyleyebilirim. Beyine göre hareket edip, hitap ediyorlar. Elbette istisnalar vardır, olacaktır da... Ama bizde çok fazla…

    Peki, şimdi soruyorum: Ne gerek var bunca atraksiyona? Niye NÖTR olamıyoruz birbirimize karşı? Niye birşeyleri "yapıştırıyoruz" karşımızdakine?

    Oysa diğerlerini bırakıp sadece kendimizle ilgili ne varsa onu yapsak nasıl olur? İlk önce hayatta her şeyden önce BEN olmanın yanlarını keşfedebilsek, düşünebilsek. Ve onarılması gereken yanlarımızı bulup, ilk önce kendimize dürüst olabilsek. Enerjimizi bu yönde tüketsek, olması gereken gibi olabilsek, etrafımızı da öyle görebilsek.


    Bir büyüğüm, bir gün bana şu örneği verdi ve bu bence her şeyi zaten anlatıyor olduğu gibi:

    "Konya'dayım. Oradaki müşterilerimle yapacağım toplantı öncesi fırsat varken, o yüce insanı (mekanını) ziyaret etmek istedim. O havayı 3-5 saatliğine de olsa teneffüs etmek istedim. Kapısından girdim, dolaştım, ayağına kadar geldiğimi fısıldadım. Etrafta bir sürü turist. İçlerinden birine takıldı gözlerim. Yanımda eşlik edenlerden birine eğildim ve dedim ki: ‘Böylesine önemli bir yerde, biraz daha usturuplu gelinse, bu yönde birşeyler yapılsa’… Sonra bir an gözlerim şu dizelere takıldı:


    Yine gel, yine gel, her ne olursan ol yine gel
    İster kafir, ateşe tapan, putperest ol yine gel
    Bizim bu dergahımız ümitsizlik dergahı değildir
    Yüz defa tövbeni bozmuş olsan da yine gel.


    Öylesine utanmıştımki kendimden. Ben kimdimki o
     turisti yargılamıştım?? Bu ulu insan bile kabul etmiş, davet etmiş, yargılamamış… Kendime müthiş kızdım, sinirlendim. Oradan kaçarcasına çıktım gittim…"

    Evet, bizler kimizki enerjilerimizi saçma sapan yönlere kullanarak ortalığı kirletelim!!

    Enerjiniz sürekli pozitif olsun, sinerjiniz bol olsun.

    sevgiler
    ö.N

    Pazar, Haziran 1

    Durma Git

    Şurası kesin.  Ben daha çok dağ & kar & soğuk & gri havaların insanıyım. Yazın başladığı şu günlerde hep olur bana.  Karlı dağlara bir özlem duyarım. Snowboard'umu almışım, tepeden salmışım kendimi. Bembeyaz pamuk gibi karlarla örtülü yamaçlarda, masmavi berrak bir gökyüzü eşliğinde olabildiğince sakin slalomlarla aşağı doğru kaymak.. Arada dengeyi sağlayamadığın için düşmek ve oracıkta o muhteşem manzarayı seyire dalmak nasıl gelir insana biliyor musunuz?!? 
    Benim tabirimle, şifa!  Hatta birde kulağınızda sevdiğiniz bir müzik çalıyor ise.  Fena..
     
     
    Özgürlüğün gerçek anlamı ile yüzleşirsiniz o zaman işte. Kuşlar kadar özgür olma tabiri anlamını bulur benim dünyamda. Ayak değmemiş o yumuşak bembeyaz dünyaya kendini salıvermek, oraya hafifçe yarı gömülmek ve gökyüzüne dalıp gitmek..
    Soğuk havanın vız geldiği yegane tatlı anlardan biridir. Heleki ekipçe kayıyorsanız, nasıl bir eğlencedir belli değil.  Karma slalom ile kimin nereden ne zaman çıkacağını tahmin edemezsiniz. Takip etmek isterken dengeyi korumak çok zor olabilir. Ve enteresan çarpışmalar, düşmeler olunca içten gelen kahkahalarla bir kilo değil on kilo pirzola yemiş kadar olursunuz.
     
    İşte tam bütün bunlardan dolayı ve geçmişimde yurtdışında yaşamış olmak ve diğer ülkelere gitmiş olmamdan dolayı, ziyaret etmek istediğim hala birkaç ülke bulunuyor. 
    Sizinde hiç çok merak ettiğiniz yada çok ziyaret etmek istediğiniz ülke veya ülkeler var mıdır ?
    Benim var.
    Misal Kanada.  Az önce bahsettiğim sporu yapmaktan çok keyif alacağım bir ülkeymiş gibi geliyor. Son derece güzel bir doğaya sahip.  Kuzeyde olmasından ötürüde hava şartları tam benim istediğim gibi.  Tundra hava tipi.. Özellikle Banff Gölü.. Jasper Milli Parkı.. Moraine Gölü..
    Bir dağ kulübesi bul ve orada kendi odununu kes, kendi ateşini yak, köpeklerin olsun.  O ortamda insan geçmişten miras kalan bir sürü organik tarifleride uygulamak durumunda kalır. Mevsiminde çıkan meyvelerden reçel, konserve, komposto yapar ; avlanıp etleri - balıkları kurutup kış için stoklar ;  ekmeğini kendin yoğurursun. Al sana mis gibi yaşam..
    Birde  1957 model Ford Panel Truck olacak elinin altında yada 1960 model Jeep Gladiator Truck. Aman deymeyin keyfe artık.
    Yağmurlu veya karlı, gri havalarda ne kadar çok yazacak konu çıkar şömine önünde belli değil. Üretebilmem için ideal bir ortam olurdu benim için. Birde arka fonda salt keman, yan flüt, yada piyano lütfen. 
     
     
     
    Bir diğer ülkede Japonya'dır mesela.  İnsanları, doğası, gelenekleri çok ilgimi çekiyor. İnanılmazlar. Bana göre geçmiş ile gelecek arasında köprü kurabilen ve o köprülere hala sahip çıkabilen ender ülkelerden biridir.  Gurur ve onur kavramramlarının hala dimdik ayakta durabildiği bir ülkedir Japonya. Gerçi ben daha çok geçmiş paragraflarda yaşamış kesimi ve zamanı seviyorum. Öyle teknolojinin son harikaları olan kesimde değil. En üst düzey teknolojilerin içinde mutlak birşeyler kayboluyordur elbet.
     
     
    O geçmiş zaman paragrafında bahçelerinde dolaşmak muhteşem olurdu.. Inuyama, Ashikaga Parkı, Shinjoku Gyoen Ulusal Bahçesi, Ashi Gölü, Kyoto şehri  (tapınak ve bahçelerinin en ünlü olduğu şehir)  O sakura bahçeleri huzuru çağrıştırıyor resmen.
    Ünlü kiraz ağacı çiçeklerini mutlaka duymuşsunuzdur. Japonya kültüründe bu kiraz ağaçları; yalnız bunlar bizim bildiğimiz meyve veren kiraz ağacı olmadığının altını çizmek isterim, meyve vermezler sadece çiçek açarlar; yeniden doğuşun simgesidirler. Bu yüzden çok önem arz etmektedir.
    Adı : SAKURA'dır. Ağaçların çiçek açtığı dönemlerde; ki ülkenin farklı yerlerinde farklı zamanlarda ağaçlar çiçek açmaktadırlar; festivaller düzenlenir. Tüm halkın can-ı gönülden katıldığı coşku dolu bir bayram olmanın ötesinde, hayatı düzenleyen bir yanı vardır kiraz çiçeklerinin. Yeni bir işe başlamaktan evlilik tarihini belirlemeye kadar, insan hayatında dönüm noktası teşkil edebilecek her türden önemli olay, çiçeklerin açış günlerine göre belirlenmektedir.. Hatta okulların açılması bile…
    Ne kadar ilginç değil mi ??
     
    Bu küçük dünya gezisinden sonra şunu söyleyebilirimki, seyehat etmek dünyanın en ender farklı anlamda zenginleşme modellerinden biridir. Başka ülkeleri gezmek, oralara seyehat etmek aslında bir kültürdür.  Bu kültür aileden de kazanılabilinir. Eğer aile kendi hayat düzeninde seyehat etmeyi tercih etmişse tatillerde, çocuklarda büyüyünce mutlaka seyehat etmeyi seçecektir. Tabii tam terside mümkün. Sadece aileden gelecek diye bir kaide bulunmuyor. Ama bir araştırma yapılsa bu konuyla ilgili kesinlikle bu kültürün alışkanlık olarak oluşmasında en büyük faktörlerden biri aile olduğu ortaya çıkacaktır. Neden diğer ülkelerin insanları daha çok seyehat etmektedir ? Çünkü onlarda ailelerinden o şekil görmüşlerdir.
    Neyse..
    Kısaca yaşadığımız dünyayı gezmek, değişik gelenekler tanımak, insanlar görmek inanılmaz bir gerçektir. Bu sürecin heyecanı ise tartışılmazdır. En azından kendi adıma konuşmak gerekirse..

    ..siz hiç havalimanına bile özlem duyan bir insan tanıdınız mı?

    :)

    O zaman sizde durmayın gidin..

    sevgiler
    ö.N