Pazartesi, Aralık 30

Pamuk İpliği

Daha kapısından içeriye girerken, o mis gibi eski kitap kokusu insanın başını döndürüyordu..
Uzun zaman olmuştu buraya gelmeyeli.. Ne çok severdim üniversitedeyken böyle kitapları incelemeyi koklamayı; hatta ellerimin arasına alıp o kitapları kimlerin ellemiş olabileceğini hayal etmeyi. Kimlerin kütüphanesinde bulunmuş olabileceklerini; kimlerin beyninde o cümlelerin o hikayelerin canlanıp birer filme dönüştüklerini yada kitapların açısından baktığımızda onların nelere şahit olduklarını.
Nasıl bir gizem/-di bilinmez.
İçeriye doğru, yani daha derinlere ilerledikçe sağım solum ayrı bir dünya gibiydi sanki. Her köşede bir kahraman gizlenmişti adeta. Her köşede ayrı bir hikaye vardı anlatılmayı bekleyen. Yeni kitaplarla eski kitaplar kaynaşmışlardı sanki, eski köye yeni adet getiriliyormuşcasına. Yada  birbirlerine sırtlarını dönmüşlerdi bir daha asla muhattap olmayalım diyormuşcasına. O kadar kalabalıktıki içerisi. Okul kitapları satın alan anne-babalardan tutunda, öylesine gezmeye gelmiş ergenlere kadar herkes oradaydı. Kimisi en popüler romanları soruyordu; kimisi 3-5 liraya satılmaya mahkum edilmiş kimsenin ilgilenmeyeceği bir köşeye atılmış olan eski kitapların başında dalgasını geçiyordu.
Kimi kitaplar öylesine üst üste istiflenmiş bir halde zamanını tüketirken, kimileri biri gelsede beni satın alsa diyormuşcasına boyunlarını bükmuştü. O kalabalığı yararak ilerledim. Başladım ağır kokulu bir dükkanda kitapların sayfalarını çevirmeye. Her bir kitapta ayrı bir ben buluyordum adeta..
Bazısında bir korsan, diğerinde ise dünyayı keşfeden bir kaşif.. Kah dünyanın gezegenlerine doğru çıkıyordum. Kah bir aşk'a yelken açmıştım çoktan. Kimi sayfalarda ise geçmişten bir makas alıyordum bir şiir ile.. Bir diğerinde ise feleğin çemberinden geçen biri olarak anasını ağlatıyordum dünyanın.
Ama tuhaf bir his kaplamıştı içimi. Sanki kitaplar tarafından gözlemleniyordum. Adeta elime hangi kitabı alacağım konusunda bakışlarıyla bir baskı yaratıyorlardı. Bir daralmıştım sanki.. Ve kendimi bir anda dışarda buluvermiştim. Bilinçsizce kalabalığın arasında ilerlemeye başladım. Derken bir anda bir genç delikanlı gözüme ilişti. Arkası, sağı-solu kitaplarla donanmıştı. Ama işin ilginci ise çocuk sandalyede oturmuş öylece karşıyı izliyordu. Karşıda ne var bu kadar pür dikkat izlenecek diye merak ettim, ve onun baktığı yöne baktım.. Kitaplar!  
Bir süre dibimdeki kitaplarla ilgileniyormuş gibi yapıp, onu izlemeye koyuldum. Kımıldamıyordu hiç. O kalabalığın içinde ama yalnız.. Öylece oturuyordu dükkanın içinde,bir sandalyede. İki elini bacağının arasına sıkıştırmış, soğuktan  büzüşmüş, sinema izler gibi uzun uzun kitaplara bakıyordu. Yaklaşık bir 15 dk kadar o, kitapları; ben ise onu seyretmiştim.  Dayanamadım.. Onun bulunduğu dükkana doğru yürümeye başladım.  Beni görmüyordu, çünkü ona yan taraftan yaklaşıyordum. Ama hissedebilirdi tabii. Ancak hiç bozmadı kendini.
Dükkan eski ahşaptan yapılmıştı. İçerde hiçbir şey yoktu;  3 tarafı tavana kadar eski kitaplarla dolu küçük bir dükkandı sadece. Ve tam ortasında da o,bir sandalyede.  Kitaplara bakmaya başladım..Ama çocuk hala oturuyordu. Bir o regal bir bu duvar. Yavaş yavaş sinir olmaya başlamıştım. Dalga geçer gibi neydi bu!?  Bir müşteriyi tınlamamak?!?  Tam döndüm ağzımı açıp çemkireceğim, içeri bir amca girdi telaşlı telaşlı. Hoşgeldiniz dedi. Bana nasıl yardım edebileceğini sordu. Aradığım özel bir kitap olup olmadığınıda. Şaşkınlıktan toparlanamadım. Arkası bana dönük vaziyette oturan delikanlıya takılıp kalmıştım. Çünkü hala kımıldamıyordu.
Amca anlamsızca ona baktığımı görünce  "O benim en küçük oğlumdur ; adı Şehri." dedi.
"Onun neyi var?" diye sordum.
O da istemsizce anlatmaya başladı.
"O 17 yaşında.. Biraz rahatsız.. Psikolojik diyor doktorlar.. Konuşmaz.. Yani o konuşmuyor.  Sadece tespih çeker ve burda böylece oturur." 
Anlayamamıştım. Nasıl bir rahatsızlıktı?  Neden konuşmamayı tercih ediyordu? Hiçmi iletişim kurmuyordu?  Nasıl yaşıyordu?..
Yaşamak demek konuşmak demekti.. Konuşmadan yaşayabilir miydi insan?!?  Aklıma birden Şener Şen'in 1996 yılında oynadığı filmi geldi; Eşkıya. Orada da sevdiği kadın Keje'de böyle konuşmuyordu..
O kadar sorum vardıki, kafam da sıralamaya koyamadım bir an.
Tam noldu diye soracakken , amca oğluna bakarak anlatmaya koyuldu yeniden.
"Benim 3 oğlum var hanım kızım. En büyük oğlum kaptan. Uzun mesafe kaptanı. Uzaklara bir gider, aylarca görmeyiz yüzünü. Ortanca oğlum sizlere ömür..  4 yıl önce askerden izine gelmişti; bende grip olmuşum, dükkana bakacak halde değilim o sıra. Kerim ve Şehri  beni idare ediyorlardı. Derken bir akşam bizimkiler dükkanı kapatmaya geç kalmışlar; herkes kapatmış bunlar en sona kalmış. Pasaj kapanacak artık, alelacele toparlanırlarken birkaç sarhoş serseri girmiş pasaja. Yaverimiz vardır burda, pasaja göz kulak olur, onla dalaşmaya başlamışlar girersin giremezsin diye. Kerim'de dahil olmuş,eh delikanlı elbet! Birazda tezcanlıydı rahmetlim!  O karkaşa arasında Şehri'yi de tartaklamak istemişler. Kerim dayanamamış, o an kopmuş, ve dalmış bunlara! Ama nafile..  3-4 kişilermiş..  Kerim hepsine yetememiş. Yaver polisi aramaya gittiğinde kaşla göz arasında olup bitivermiş herşey!!  O serseriler oğlum Kerim'i, Şehri'nin gözleri önünde bıçaklamışlar!!!!! 
Şehri'nin önünde yani tam dükkanın önünde olmuş hadise... Şehri korkusundan dükkana kaçıp, kendini içeri kitlemiş. Ve abisinin öldürülüşünü izlemek durumunda kalmış... O günden beri konuşturamadık!  13 yaşındaydı, hastaneye yatırdık olmadı, doktorlara götürdük olmadı, en büyük oğlum yurtdışına götürdü baktırdı olmadı. Şehri konuşmadı..konuşmuyor." 
Gözlerimden akan yaşlar artık sanki o gencin baktığı yerde gerçekleşenleri net görebiliyordu. Ne büyük acıydı.. Ne büyük travma. 
İnsanların hayatı pamuk ipliğine bağlı der babam. Doğru.. Bir akşamda, belki yarım saat içinde bir hayat baştan aşağı yeniden  yazılmıştı. Şehri'nin hikayesiydi bu. Ve nice Şehri'ler vardı bu hayatta..

Pamuk ipliğine bağlı hayatlarımızda her an hayatımız yeniden baştan yazılabilir. Herşeyin keyfine varmak, anın tadını çıkarmak lazım. Sevdiklerimize, bize değer katanlara sımsıkı sarılmak gerekir.
Çünkü her an her şey çok geç olabilir...

Ve belki bazen hayata fazla  cengaver davranmamalı; "korkak" davranmakta  aptallık sayılmamalı..

sevgiler
ö.N

 
 
 

Pazar, Aralık 22

Pilot Bölge

O sabah tıpkı her sabah olduğu gibi kahvaltısını almak üzere o büfeye gitmişti yine. İçeri girdiğinde büfede çalışan elemanlar güleryüzleriyle hoşgeldin demiş, (her zamanki gibi) ona yine ismiyle hitap ederek, ne tür tost istediğini sormuştu. Seviyordu burayı.. İsmiyle hitap edilmesi ona ÖZEL olduğunu,  "ailedenmiş" gibi samimi bir atmosfer içinde bulunduğunu hissettiriyordu.
Onca şirkette farklı konumlarda çalışmış; birçok seminere, kişisel gelişim programlarına katılmıştı. En önemlisi ise gözlem yapmayı seven biriydi. Nice benim diyen şirketlerde bile, müşterilerine bu ince ayarı çekmeyi beceremeyen süreçler veya insanlar görmüştü. Ancak hayret ettiği şey ise, şu 20 m2'lik alanda çalışan bu 3 adamın bu süreci nasıl bu kadar "profesyonelce" yürütüyor olduğuydu.
Bu adamlar öyle aman aman okullarda okumuş, alt lisans - üst lisans devirmiş adamlar değillerdi. Sadece ekmek parasını çıkarmaya çalışan 3 ortaktı, belkide akrabaydı. Ama işlerini layıkıyla yapıyor, bir farklılık yaratıyorlardı. Sadece kendisine değil, o sabah oraya uğrayan herkese ismiyle hitap ediyordu kasa başındaki. Her telefondaki kişiyi tanıyor, sanki tanışmışlıkları varmış gibi şıp diye anlıyordu karşıdakinin isteğini. Büfe arkasında çalışan diğer ikisi aynı renk ve tip sweat-shirt ile tertemiz bir görüntü sergiliyorlardı. Her sabah sinek kaydı traşlı yüzleriyle gülümseyerek hazırlıyorlardı ekmekleri. Aslında bu adamları alıp şirketlere direkt özel seminer düzenleyesi vardı. Örnek olarak gösterilmeliydiler. Kimbilir.. belki birgün teklif edebilirdi.
Ekmeği hazırlanırken iki laflama arasında tostun parasını ödemek üzere cüzdanına uzandı.  Çantasında ararken gayri ihtiyari yere doğru hafif eğildi ve bir çocuğu farketti orada köşede otururken. Ceketinin kapşonunu kafasına geçirmiş, eliyle kafasını tutmuş adeta gemileri batmış bir halde öylece kıpırdaman duruyordu. Birden o küçücük yerde o çocuğu farkedemediğine çok şaşırdı. Ne kadarda bütünleşmiş duruyordu dükkandaki ürünler ve o çocuk. Tanıyordu. Şirkete birşeyler sipariş ettiğinde getiren çocuktu o. Eğildi ve çocuğa espri karışımı "Ne düşünüyorsun genç böyle kara kara ?!?!" diye sordu. Çocuk yorgundu. Gözlerini ona doğru öyle yavaş kaldırmıştıki, bir belgeselde gözlerin ağır çekimi yapılıyormuş gibi hissetti adeta. Yarı utangaç yarı kırılgan bir gülüş attı çocuk. Sonra yeniden aynı şekli aldı. Bu suskunluğun ne olduğunu anlayamadı; kendince nedenleri sıralarken içinde fırtınalar kopmaya başlamıştı, çünkü nedenlerin arasında komplo teorileri kadar korkunç ihtimaller belirmişti. Acaba şiddet uygulanan bir aileden miydi?  Belkide çalışmaya zorlanıyordu?!? Belkide bir sokak çocuğuydu ama şansı yaver gitmiş, hayata tutunmak için bu büfede çalışmaya başlamıştı?!  Komplo teorileri üretmeye daha aileden yatkındı. Annesi ve babası bu konuda bir ekoldu ve muhtemelende kendisi bu özelliği onlardan devralmıştı. Zaten yaşlandıkça onlara benzediği bir aşikardı. "Hasta mısın bakim sen, neyin var?" diye sordu. Çocuk değilim demek için kafasını salladı. Tam endişenin doruk noktasında, o koca soru işareti taşıyan yüzünü farkeden büfedeki abilerden biri : "Uykusuzmuş, çok ders çalışmış akşam.. okulunu dışardan tamamlamaya çalışıyorda!" diye açıklama yaptı.  
Duyduğuna inanamamıştı!  Bir an o çocuğu deli gibi kucaklayası geldi! 
Nasıl olurdu??!! 
Bu küçük beden, bu küçük kafa ama benim diyen okumuş- okuyan gençliğe taş çıkaran koca HIRS!
Hiç tanımadığı bir çocuk için o kadar gururlanmıştıki, gözleri dolu dolu oldu. Otursa ağlardı.
Büyük bir çoşkuyla tebrik etti onu.  Motivasyon kokan cümlelerle donattı etrafını. Böylesine bir gelecek, şansın her türlüsünü hakediyordu. Onun adı gelecekti,umuttu. Hala böyle değerli taşlar vardı işte. Onları işlemesini bilen madenler gerekiyordu sadece.. Şartları zorlayan, hatta şartları kendi başına oluşturan ufak bir beyindi o. Bunu düşünmesi bile farklı olmasına nedendi. Tercihini gelecek yanlı kullanması bile onu yarının büyük  adamı olacağının yeterli bir kanıtıydı. 
Üzülmüştü bir an.. Fırsat sunulan ama bu fırsatları ayağıyla iten gençliğemi yansındı yoksa bu gibi değerlerin farkedilemiyor oluşunamı bilemedi. Sokaklarda aylak aylak sürten, yediği önünde yemediği arkasında olan o gençliği buraya sürükleyesi geldi. Özal'ın (adı buydu) hikayesini böğüresi geldi. Onun hayata nasıl dimdik giriş yaptığını, şuncacık şeyin hedefin kelime anlamını bile bilmeden nasıl ulaşacağını bildiğini bangır bangır bağırası vardı.
Tostunu aldı, parasını ödedi. Özal'a sonsuz sevgisini ve yardımını sundu. Ve sanki dünyada değilmişte bambaşka bir gezegendeymiş hissini veren o 20 m2'lik alandan çıktı. 
Artık emindi, burası pilot bölgeydi. Ve o içerdekiler de aslında  birer profesyoneldiler.
 
Hayat ne kadar garipti?!   Her zaman, her yanımızda bu dünyanın dönmesini sağlayan gerçek karakterler vardı işte. Ama onları ancak kısmetliler görebiliyordu.
 
Ben gördüm. Ve görmeyenlere de görmesini sağladım şu şekil..

Not : Şansın bol olsun küçük adam ...
 
sevgiler
ö.N
 
 

Pazar, Aralık 15

Güvercin

Bir güvercin topluluğu.. 
Bir telaş içinde her biri bir parça ekmek almış önüne, bu soğuk havada açlıklarını ekmekleri
gagalarıyla didikleyerek gidermeye çalışıyor.
Öyle şirin görünüyorlarki..
Duraksıyorum. Onları izlemekten kendimi alamıyorum. 
Kiminin önünde büyük parça, kiminin didiklediği ise orta karar. Kimininki ise ufacık..
Kimi, asıl kıyametin koptuğu en orta merkezde ekmek yığının içinde, yediği önünde yemediği arkasında.. Yada ayaklarının altında.
Kimi ekmeğini almış en uzak köşede tek başına takılıyor. 
Kimi bir arkadaşıyla ortak didikliyor ekmeği.
Ama farkediyorumda bir tane güvercin bile ekmeksiz değil..
Bir an düşünüyorum ne kadar da bizlere benziyor bu gördüğüm sahne. Daha doğrusu yaşantılarımıza. Bu dünyada herkesin hemen hemen mutlak bir "kısmet" i  var.  Herkes bir şekilde yaşamaya gayret gösteriyor. Hayatlarımızın dolu kısımlarından alıp boşalan kısımlarını doldurmaya çalışıyoruz.
Bunu kah yalnız yapmayı tercih ediyoruz, kah bir arkadaşımızla / ailelerimizle.
Bazen bolluktan geçilmiyor etrafı  bazılarımızın. Nasıl harcayacağını bilemiyor kısmetlerini.
Bazılarımız hayatlarını orta kararda yaşarken, bazılarımız bir ekmeği eve götürecek para için büyük çabalar sarfetmek zorunda kalıyor. 
Farkediyorumda herkes aşağı yukarı yaşıyor işte bir şekilde.
Ama güvercinlerde bir iteleme bir kakalama yok onu görüyorum. Belli bir uyum içinde hepsi hakkına razı gelmiş bir şekilde önündeki kısmetiyle uğraşıyor.
Belki biz insanları ayıran tek özellikte; bu belli uyumu yakalayamamış olmamız.
Herkes hakkından ziyade başkalarında var olan / olmayanın peşinde.
Ve var olanla övünüp var olmayanı hor görerek, hayvandan fark olarak verilen düşünme yetisini sürekli kötüye kullanmakla meşgulüz.
Sıkılıyorum kendi düşüncelerimden; nedense şu an güvercinler bile daha medeni geliyor gözüme.

Karnını doyuran güvercinler, kendi topluluğun arasından yine topluca birlikte yada küme küme uçuşa kalkıyor. Hiçbiri bir diğerinin üzerine çıkarak, onu ezerek değil; belli bir incelikte, bir diğer güvercini engellemeyecek şekilde kanat çırpıyor.
Bu nasıl bir ince hesaptır şaşıyorum doğrusu.

Düşünüyorum da yaşamın görünmez - gizemli şifresini çözmek için bir Einstein yada bir Copernicus olmaya gerek yok. Yaşam gerçeğini şu güvercinleri izleyerek ne denli İNCE DETAYLARDA saklandığını, oralardan varolduğunu görmek mümkün olur. Ki ben şu an keşfettim..

Yaşamın sırrı; bir güvercinin tüyü kadar hassas noktalarda gizli..

sevgiler
ö.N

Pazartesi, Aralık 9

Ölçülü Ego

Kimin takıntılı kimin rahat bir insan olduğunu bilemiyorsunuz şu hayatta.
Dışarıdaki yaşamda çok rahatlıkla diğer insanlarla iletişime geçen insanlar, kendi iç dünyalarında ve/veya başbaşa kaldığı insanlarla asla kolay ve anlaşılır bir iletişim kuramıyorlar.
Aslında bunun savunmasıda şu olabilir; dışarıdaki yaşamda sosyal olması demek kendi iç dünyasındaki iletişimsizliğinden kaynaklanan yalnızlığını kamufle etmesi demek. Yada bir diğer tarafdan değerlendirecek olursak, kendisini incitmek isteyenlere karşı bir savunma mekanizması yaratmış olması demek.  Hayatının bir önceki deneyimlerinde onun duygularını inciten insanların fazla olması, onun insanlara olan güven kredisinin tükenmesi anlamına gelebilir. Ve bundan dolayı dışarıda rahat bir insanmış gibi davranıp karşı tarafı "kendince" yoksayıp  içindeki egosunu tatmin ettiğini düşünebilir.
 
Ego, onlar için vazgeçilmez bir öğedir. Ona güven verendir. Kendisini güçsüz ve silik hissettiğinde ona sarılır. Ona güçlü olmasını söyler; öyleki yaşamdan sahneler sunar tek tek, ki o sahneler sayesinde yapılanlar ona öfkeyi doğurmasını sağlasın. Çünkü öfke adeta onun yalakasıdır;  beyni ele geçirir ve egonun ekmeğine yağ sürer.
Bir volkan patlaması gibi her öfke dokunuşu daha büyük bir patlamaya neden olur. Yada bir çığ düşmesi gibi giderek büyüyen koca bir yığın halini alır. Her durumdada  farkedildiği üzere kendisiyle beraber çevresinede ayrıca  büyük zarar verirler. Bunu farketmeleri ya geç olur yada asla vazgeçemedikleri egonun kölesi olarak yaşamaya devam ederler.

Ego, gerekli olduğu kadarıyla insana iyilik eden bir özelliktirde ayrıca. İnsana iyilik eden tarafı ile birlikte kötülük eden tarafını es geçemeyiz elbette.  Çünkü ego insanın kendisine  iyi yüzünü gösterip amaç edindiği hedefe yönelik kötülüğü getirir, ama asla farkettirmez. Gerçi insan, yapılan bu sinsi kötülüğün egodan kaynaklandığını anlamaz. Dedik ya onu arkadaşı gibi görür..
Ona her  daim destek olan, ona  yön gösteren birşeydir.
Ölçüyü asla bilmez ego.. Çünkü hep fazladır..

Hayatta herşeyin kendine göre bir ölçüsü vardır. Fazlası veya eksiği sizi bulunduğunuz konumdan daha ileriye veya dahada geriye taşımaz. Her ölçünün de her insana göre değiştiğini belirtmek gerekir. Önemli olan ise azami ölçü ile yaşamayı amaç edinmek. Ne eksik ne fazla. Orta kararda. Böylelikle saygıyı dengelemiş olursunuz. Egonun diğer bir amacıda saygı dengesini bozarak, saygısızlıktan kaynaklanan diğer pek çok olgudan kaynaklanan kaostan beslenmektir. Aksi sinirini bozar, çünkü saygı karşılıklı egoların fazla olmadığı anlarda kendini bulur ancak.

Her daim insana kendini dünyada eşi benzeri yokmuş gibi hissettirir. Sanki bu hayatta herşeyin en iyisine onun layık olduğunu, herşeyin en iyisini kendisinin bildiğine veya yaptığına, en kötü ihtimalle kendisinin vazgeçilemez biri olduğunu  düşündürür.
Egonun bulunmaz hint kumaşı ile ayrı bir ilişkisi olduğunu bilirsiniz değil mi?

Ama artık günümüzde hint kumaşı bile ulaşılamaz değil.. Kaldıki egolarımızın yarattığı yaratık kılığındaki insanlar yerine gelecek olan mütevazi insanlara ulaşılamasın.

Bu duygu ile evlenmiş olan insanlara bir lafım olacak ; siz siz olun egonuz ile "ölmeyin".
Çünkü ego, siz "ölürken" sizi terkedebilecek kapasitede bir duygudur ve o an pişmanlıklarınız ile başbaşa kalacağınız anlardasınızdır. Ve geriye döndüreceğiniz bir saniyeniz bile yoktur.

Şimdi şöyle bir düşünmek lazım gelir, egonuz sayesinde ölçünüzü ne kadar kaçırmış olabilirsiniz?
Egonuzun çevreye verdiği zarar ne kadar olabilir?  Yada.. siz ne kadar geç kalmış olabilirsiniz?

Egosuz günler
sevgiler
ö.N




Pazar, Aralık 1

Ayıp


Kültürlerin oluşturduğu ananelerden kaynaklı bazı temel bakışaçıları vardır bizim hayatımızda.
Daha doğuştan başlayan, hayatımızın belki bir noktasına belkide ölünceye kadar sahiplendiğimiz ve hatta bir miras mantığında bizden sonraki nesillere daha küçük yaşlardan aşıladığımız şeylerdir bunlar. Benim takıldığım en önemli noktalardan biri ; AYIP 'tır mesela.
Şimdi bana biri, ki muhtemel yabancı bir kültürden biri olabilir, (ki oldu) bana sorsa AYIP ne demek diye, birebir anlamını asla veremem. Ki verememiştimde zaten. Dokuz şekle girmiştim anlatacağım diye. Çünkü anlayamamıştı karşı taraf bunu!
 
Anlatamadığım şeyi birkez daha anlatamama gibi bir derdim olamaz şu an, çünkü bunu okuyan herkes ne demek istediğimi ŞIP! diye anlayacaktır. Bir leb demeden leblebi vakası yani :)
 
AYIP : TOPLUM içinde, TOPLUMA VE ONUN YAŞANTISINA aykırı düşen veya düşebilecek kapasitesi olan sözler ve davranış biçimlerinin tamamıdır.
 
Ailecek bir yemeğe gideceksinizdir. Evin genç kızının ne giyeceği dünya politikası kadar önemli bir konu haline gelir. Anne, kızının giymek istediği dizüstü eteği, dar pantolonu, v yakalı kazağı, şeffaf bir bluzu veto etmiş olup; baba ise olayı bir sınır bölgesi ihlali gibi algılayarak savunma içgüdüleriyle, erkeklerin sanki dünyada bir tek onun kızı kalmış gibi ona saldıracaklarını uygun bir dille - söylenerek-  ifade etmeye çalışır.  Ağabey ise kızı anne-babadan ayrı bir şekilde şiddete hafif meğilli  (gözler pörtler ve tehdit kokan cümleler) ifadeler kullanır..Yada küçük erkek kardeş daha yeni bitmiş bıyıklarıyla kıza ayrı şantaj yapma eğiliminde bulunur. Bu iç savaşın tek bir nedeni vardır : AYIP, öyle giyinilmez, ETRAF ne düşünür sonra?!?!?!  Mazallah!!!
 
Uzun bir bayram süreci vardır önünüzde. Ve çereken alışan bir insan olduğunuz içinde tatil yapmak istersiniz içten içten.. Ama daha öncesinde halledilmesi gereken bir konu vardır. Anneler ve babalar.
Bayramda aileye ziyaret yapılması konusu nasıl es geçilirde tatile gidilir ?!?!
Anne ayılır bayılır oğlunun bu kararına. Allahım hatta evladının kendinin hiç saymadığını falan düşünür. Hatta bir ileri gider, olayın karısının başının altından kalktığını sanar, ve ona söylenir. Oğlunu doldurur.. Baba ise olayı bir general sertliğinde karşılar. Gitsin bir daha ki bayramada hiç gelmesin yaklaşımı ile kapatır mevzuyu.. Ve bu oğul 45 yaşındadır!
İki koca çocuğu vardır ama hala 10 yaşındaki velet muamelesi görür..
Tüm bu acıtasyon sahnelerin tek bir nedeni vardır : AYIP, bayramda ana-baba ziyaret edilmez mi?!?!? Ahali demez mi ki Aysel hanım ve Müsteri beyin oğlu ailesini almış tatile gitmiş!!!

Sırtında birsürü kılıcı bir adet ninja kaplumbağa modunda o yastık senin bu yastık benim savaş halindedir evin ufak torunu. Türk kahvesini höpürtdetmeye gelen komşu teyze (hatta nine) hem dedikodu yapmak istemektedir hemde içini boşaltmak. Ufaklık ordann oraya hoplarken zıplarken mutfakta kahve hazırlayan annesine bağırır : "Anneeeeee, çişim geldiiiiiii!" Ufaklığın anneannesi ve komşu bahriye nine bir olmuş bir nakaratta ufaklığa söylenmektedirler. Bu garip koalisyonun bir tek nedeni vardır : AYIP, öyle söylenir mi hiç?!?!  Sessizce gidip söylenir! Sonra hiçbirşey öğretmemişler derler!!! Aaaaa!!!!
Acaba bu ufaklığın büyüdüğünde insan içinde ANNEEEEE ÇİŞİİİMM GELDİİİİ diye bağırma olasılığı ne kadardır sizce?!?!?!?
 
Bu örnekler daha hayat içinde hafif sıyrık olarak geçirdiğimiz kazalar. Birde bunların yoğun bakımlık olanları var. Bunları yaşayanlar yine şanslı saysınlar kendilerini.
 
Ayıp, bizlere kendimiz için yaşamaktan çok başkaları için yaşamayı öğreten bir olgudur.  Tanımlamada da görüleceği üzere bireyin KENDİSİ ile ilgili hiçbir unsur bulunmamaktadır. Oysa çevremizdeki tüm yakın çemberimiz bunları ilerde KENDİMİZE yarayacağını "bildikleri" için yaptıklarını söylerler değil mi?
Kendimizi kendimiz gibi yaşayamadan toplum için yaşayarak ölüp gitme fikri beni öldürüyor.
 
Bu aralar AYIP ile ayıba karşı bir savaş açmış bulunuyorum : Ve bir soru ile başlıyorum ;
 
İnsanların hayatına başka hayatlar uğruna karışmak veya müdehale etmek ayıp değil midir??

sevgiler
ö.N