Pazartesi, Kasım 25

Laf Ettim Balkabağı

Oyunculuk gerçek bir meziyet bence.
Herkes o rolün içine girip o karakteri senaryoyu yazan kşinin beynindeki ve kalemindeki gibi aynısını hakkını vererek yaşatamaz.  İyi bir oyuncu bana göre oradaki mevcut duyguyu izleyiciye gerçekten hissettirendir, geçirendir.  Düşünsenize bazen ağlamaklı bile oluyoruz.. Demekki duygu geçmeyi bırakmış, şöyle içimize işlemiş ilmek ilmek!
Bir dizi yada film izlerken, orada birde duyguyu geçirmekle kalmayıp, kendileri o duygu içine girmiş insanlar / oyuncular var.. Bu ara pek bir duyar olduk magazinde yer alan "dizi aşklarını".

Düşünsenize, 8-10 saate varıyor set çalışmaları. İşleri ise senaryodaki karakterin kimlik yazılımını kendilerinde kurmak ve bunu sanki o imişcesine aktarmak. Ve sette bunlardan en az 10 kişi var.
Bu insanlar senaryo gereği aşık oluyor, acı çekiyor, nefret ediyor, öfke duyuyor..
Peki ya AŞK napıyor ??

Açıkçası aklım hem alıyor hem almıyor. Yani bu insanların bu duyguları "sürekli" sette yaşatmaları, sonrasında birbirlerine aşık olmaları son derece doğal geliyor bana. İşinizin gereği o kişiye aşık olma rolü, sizde bir süre sonra oto-psikolojik olarak o duyguları yaşamanıza neden olabilecektir herhalde. Aşk'ın önce beyinde başladığını varsayarsak eğer tabii. Ama kanımca olay sadece oto-psikoloji değil, bir parçada özel zamanda birbirini tanıma ve etkilenme mevzuları galiba. :)
Aklımın almadığı bölümü merak ediyorsunuz değil mi?
Anlatayım :
Misal son 6 senede 2 dizi yapsanız, ve bu dizilerde muhtemel aşk rolünde olsanız, ve araya çelişkili ilişkiler falanda katsak, nereden baksanız en az yeni 3-5 insan demek. Ve bu insanlara karşı oto-psikoloji devreye girse, ohoooo kaosun tamda sevdiği yer ve zamanlar!
Yani keşke imkanım olsada röportaj yapma şansını yakalasam o kişilerle, gerçekten merak içindeyim.
Eğer olurya bu yazımı okuyan oyuncu arkadaşlarım olursa, bir kahvenin kırk yıl hatırı var deyip, sorularımı sorabilirim.. Kahveler benden :)
 
Aslında burda benim tam takıldığım nokta ; duygular. Nasıl oluyorda filizleniyor? Yada tam tersi filizlenmiyor? Yani o geçişler..

Fakat bazen, söylemeden geçemeyeceğim, birbirine yakışan çiftler çıkmıyor değil bu alemden. Gerçekten birbirlerinden hoşlandıklarını anlıyorsun. Dizinin içinde yaşanması gereken duyguların ötesinde bir enerji akıyor; hissedebiliyorsun. Normal şartlarda "dizici" bir kimse değilim, ama birkaç defa o duyguyu yakaladığım dizide, o duyguları iliklerime kadar yaşadığım bölümlerde takılıp kalmışlığım vardır. Sonrasında gözlerdeki o pırıltı kayboluyor, göremiyorsun. Belli oluyor hemen alışmışlıklar devreye girmiş.. İşin sihri kaçmış, olağanlığa bırakmış kendini ilişki, AŞK.

Gerçi bu olağanlık-sıradanlık-rutinlik her ilişkide yok mudur ki.. bende laf ettim bal kabağı ..

O rolleri oynayan sanat camiasından genç arkadaşların hışmına uğramadan konuyu kestirmeden bitiriyorum !

sevgiler
ö.N

Pazartesi, Kasım 18

Çaresiz Gözler

Bu dünyada gözleriyle konuşan insanlar var. Hiçbir kelime sarf etmesine gerek kalmadan her söylemek istediğini gözleriyle karşı tarafa aktarabilme yetisine sahip olanlar onlar. Bugüne kadar çok güçlü bir beceri olarak değerlendirmişimdir bunu.
Taki geçenlerde katıldığım bir  seminerde bir ana denk gelene kadar..
 
Salon dolu. Herkes oturmak istediği sandalyesinin peşinde. Kimi ceketini asıyor, kimi elindeki telefonda facebook, twitter güncellemesi peşinde. Kimisi açıkbüfede tabağını doldururken kimileride sigarasını tüttürmek için açık bir yer arıyor.
O kalabalığın arasında biri var ; bir genç..  Elinde olmadan salonun diğer ucunda duran o güzel kızı "kesmeye" çalışıyor fırsat buldukça. Olmuyor, kızın arkasında duran açıkbüfe standına geçiyor, öylesine dikilmek için. Ama bu sefer kıza bakamıyor. Dayanamıyor diğer tarafına dolanıyor, dergilerin olduğu standın oraya. Bir dergi karıştırır gibi yapıyor bir salona göz gezdirirken arada kıza kaçamak bakışlar atıyor. Kız etrafındaki arkadaşları ile şakalaşıyor, sohbet ediyor.
Sonra seminer başlıyor, ve herkes yerini alıyor. Çocuk benim arkamda bir yerde oturuyor. Kız ise önümdeki sıralardan birinde. Sonunda bir bakıyorum, laptop çantası elinde kızın oturduğu sıraya doğru yol alıyor.   Tam otururken orada bulunan herkese iyi akşamlar dileyip herkesle tanışmak babında tek tek tokalaşıyor. Kızla tokalaşırken farkediyorumki aslında tanışıyorlar. Kız tatlı bir şekilde şaşırıyor onu karşısında görünce. Çocuk ise son derece naiv, gözleriyle kıza, kızı tanımaktan çoktan geçtiğini ve resmen ona vurulduğunu söylüyor.
 
Nereden mi anladım?? 
O an gözlerinin  anlattıklarını salonda belki birtek ben GÖRDÜM de ondan..
El sıkıştığı, aşık olduğu kız gözlerinin içine içine bakmasına rağmen çocuğun gözleriyle anlattıklarını okuyamamıştı!
İşte o an kendimce bir tez yazdım:  Gözlerle anlatılana bakmak yerine onları görmek ve birde okuyabilmekti asıl marifet olan. Nitekim gözleriyle anlatan, gözlerini okumayı bileni bulmalıydı önce.
Birde o an düşündümki belkide gerçekte gözler "çaresiz" oldukları için anlatmaya çalışıyorlardı  anlatılmak isteneni.. O koca yürekte var olan coşkuyu, beyinden akan yüzlerce kelimeleri, ki biraraya getirip yazmaya çalışsan bir kitap olabilir, BİR AN da karşıya aktarmanın çaresizliği.
Kah beceriyorlar kah beceremiyorlar..

Her daim gözleri okumalıyız diye bir kaide yok elbet. Ama arada bir karşı tarafın gözlerine acaba birşey anlatmak istiyor mu diye bakabilmeyide çalışmalıyız.

Yoksa arada bir sürü şeyi kaçırabiliriz.

Heleki gözlerini okumak istediğiniz biri var ve o birinin birde gözleriyle anlatacak birşeyleri var ise, işte o zaman çok şanslısınız demektir.

Ne demek istediğimi gözlerime bakabilseydiniz anlardınız :)

sevgiler
ö.N




Pazartesi, Kasım 11

Bağ

İnsanın kendi başına belirleyemediği bazı durumlar vardır hayatında. Hatta belirlemek şöyle dursun o kişi adına başka iki kişi karar verir ve hayatı boyunca hayatının içinde yer alacak o kavramı (kişiyi)yaşamla buluşturur.
Bazende durum tam tersi yönde işler. Yani adına karar verilen kişi , o kavramın anlamını veren bizzat kendiniz olursunuz. 
Her iki yöndede kimse tercih yapamaz, alternatif sunamaz.

İlk zamanlar bir anlamsız gelir o kavramın / kişinin varlığı. Sorular havada bir cansız dolanır.
İnsan kendi konumunu bile sorgular vaziyete gelir.
Heleki sizden sonra gelişen bir süreç ise bu ; fena!
Daha önce sizinle birlikte olan o normal  insanlar gider, yerine bir garip uzaylı topluluğu modunda takılmaya başlayan insanlar belirir.. Garip bir dil kullanan bu insanlar daha önce gayet "ciddi" bir şekilde konuşurlarken, artık mimiklerini en üst seviyede kullanmaya gayret ederek ecüş bücüş hallere giren birer uzaylıdır. Siz ve sizinle ilgili konular "rafa kaldırılma" tabiri ile başbaşa kalmıştır. Hatta bir papuç vardırki , o papuç damlara mı atılmaz yoksa çatılara mı fırlatılmaz, o derece yani!
Maksimum 1 metrelik boyunuzla sorumluluk kavramı ile tanıştırırlar sizi.
"Sen artık abi / abla oldun!"
"O daha çok ufak!!"
"Ama çok ayıp!! O senin KARDEŞİN. Ona böyle yapmamalısın.."
"Sen ona örnek olacaksın! Onu kollayacaksın!"
Artık hayatınızda o andan itibaren yalnızlık duygusu ile tanıştığınız dönem başlamıştır.
..En azından o an için öyledir.

Peki durum ya tam tersi ise?!
Hayatınıza müdahale eden insan sayısı  "temelde" 2 kişi olması gerekirken,  sizden önce dünyaya getirilmiş, ağabeyler / ablalar da vardır artık. İte kaka bir dünyanın içinde biraz fazla korumacı bir hayatta kimliğinizi bulmaya çalışırsınız. Etrafınızdaki uzaylı insanların algısına daha o yaşlarda sahipsinizdir. Yani aslında tam bir kısırdöngü başlangıcıdır.
Hiçbir zaman büyüyemez, sürekli evin en ufağı modülünde gezinen bir tip olursunuz. Asla ciddiye alınmazsınız; evdeki ergenler ile yetişkinler arasında bir pinpon topu gibi gider gelirsiniz. Heleki sürekli "sen ufaksın, büyükler konuşurken küçükler lafa karışmaz!" cümlesi vardır ya, o bayağı bir yer eder sizde. Öyleki bir yetişkin olduğunuzda bile iki yetişkin konuşurken asla bir türlü lafa karışamaz halde bulursunuz kendinizi. Peki ya alaycı bir şekilde söylenen "sen anlamazsın, daha ufaksın!" cümlesine ne demeli??  Sanki o konuşan iki ergen veya yetişkin çok anlıyorlardır birbirlerinin dilinden! peh!
Herkes sizin hakkınızda ahkam kesebilir, yaptığınız herşey hakkında bir söz sahibi olmak isteyebilir.
Misal evden çıkarken evin bir köşesinden annenizin "biraz bişeyler yede öyle çık!" diye haykırışlarıyla başlayan , evdeki en yaşlı insanlar olan nine-dedenin  "oğlum kış şimdi, bi iç don giysene!" nasihatı arasındaki süreçte, evin başka köşelerinden gelen abi-abla faktörüde eklenir.
İşte o an yalnız kalma isteği ile tanıştığınız, bir süre alıp başımı gitsem ne iyi olur dediğiniz bir dönem başlamıştır.

Yıllar geçer.. Herkes o kısırdöngüde farklı ama aynı poziyonlara gelir. Yaş ilerler. Ve bu döngüde birgün siz başkaları adına karar veren o iki kişiden biri olursunuz. Varolan çocuğunuza bir kardeş dünyaya getirirsiniz.
Ama hayatın zorlukları içinde şunu farkedersiniz ;  AİLE BAĞLARI çok önemli bir GÜÇ'tür.
Ve o sinir olduğunuz ergenler veya kardeşler içinde İYİKİ VARLAR dediğiniz günler gelir.
O kişilere olan bağınızın gerçek anlamını o zaman öğrenmiş olursunuz. Dışarıdaki dünyanın ne kadar çıkarcı ve acımasız olduğunu öğrendiğinizde, ailenizden en azından birinin sizinle olduğunu bildiğinizde hayat bir o kadar kolay gelir ..  Ve aslında bir o kadar ZENGİN olduğunuzu anlarsınız.. 

Ve benim öğrendiğim başka birşeyde; farkındaysanız her iki süreçtede YALNIZLIK olgusu ile tanışılıyor!.. Yani yalnızlık hiçbir şekilde peşinizi bırakmıyor... :)

İyi ki varsın kardeşim!

sevgiler
ö.N



Pazartesi, Kasım 4

Maaartılaaar...Kuşşlaaaar...

Masanın üzerinde duran 3 defter ve 3 dosya buldu. Kapaklarından anımsamıştı ona ait olduklarını.
Artık onun odası değildi belki ama masada duranlar onundu. Biraz tedirgin biraz heyecanlı masaya yaklaştı. İçerisi havasızdı. Uzun süre kapalı kaldığı yatağın üzerindeki beyaz çarşaftan, etraftaki tozlara kadar anlaşılıyordu. Burada uzun zaman geçirmişti. Oysa şimdi bir o kadar yabancıydı. Unutmuştu "herşeyi"..
Gözleri etrafı inceledikten sonra defterlere kaydı. Hatırlamıyordu tam olarak neler vardı içeriklerinde.  O kadar geçmiştendi onlar. Evin içinde gezinen insanların seslerini duyuyordu. Kimi mutfakta kimi oturma odasındaydı. Bir telaş vardı evde. Ama o sanki bambaşka bir evrende bambaşka bir zamanda idi. Masanın önünde durdu, sandalyeye oturdu. Siyah kaplı defteri aldı eline ve kapağını açtı. Yabancı gelmişti ilk kelimeler. Anımsayamadı. Gözleri cümleleri tamamladıkça bir tuhaflaştı. Neler yaşamıştıda böyle bu şiirler bu yazılar çıkmıştı ortaya. Garipsedi. Sayfalarda kayboldukça anımsamaya, anımsadıkça bu defterlerin okunmuş olma ihtimallerine kaydı aklı. Ansızın sıcak bastı; yanaklarının utancından al al olduğunu hissetti. Oysa okuma ihtimali olanlar yabancı insanlar değillerdi. Kendi ailesiydi. Kardeşleri veya zehir hafiye olan annesi, yada en en fazla meraklı anneannesi olabilirdi. Tam kendini içten içten telkin edeceği vakit, dün kardeşinin onunla dalga geçtiğini anımsadı.  Ona, kendisine ait tüm eşyalarını almasını söylemiş,  artık o odanın ona ait olduğunu belirtmişti.  Ve eklemişti dalgasını "Maaaartılaaaar, Kuşlaaaar, Ağaaaçlaaar, Böceekleeeer..."  İşte şimdi ayvayı yemişti. Bu dalga geçme süreci asla bitmezdi.
Ara ara onu yoklar hatta bu diğer kardeşler arasına bile yayılabilirdi. Çok fena korktu, utandı ve çaresiz hissetti kendini.
Sonra 15 yıl öncesi yazdığı bir şiirin dizeleri takıldı gözüne :

" Hiç evreni sevdin mi?
  Doğuma ölmek kadar inandın mı?
  Ölümün senden olduğunu bildin mi?
  Nefsin nefeste varolduğunu anladın mı?
  İnsanın insana asla inanmayacağını yazdın mı?
  İnanma sen, sana ve senden gidene.
  Çünkü senden olan sende gizli."

Aslında bir cesaret gerekti bu defterdeki herşeyi okumaya. Kolay değildi ve olmamıştı kendisinin anlaşılması. Pekte öyle martılı kuşlu değildi çünkü anlattıkları. Biraz felsefik, biraz gotikti yazdıkları. Genelde acıydı dili. Acıdan beslendiğini her daim itiraf etmişti. Sıkardı onu AŞK ve AŞK'ın hayatı ve insanları. İnanmazdıda. Aşkın insanları sığ kıldığını bilirdi çünkü. Oysa acı insanın gelişmesini sağlar, herşeye karşı güçlü durmasına imkan verirdi. Her acı insana bir kalkan daha eklerdi.
Duygularını nasıl mekanize edeceğini öğretirdi. Yani iyi birşeydi.
 
Sonra en altta duran dosyalara gözatmak istedi. Tam dosyadaki sayfaları çıkarmıştı ki cebi çaldı.
Kankisiydi arayan. Açtı.. Hasretle "geyik" çevirdiler. Sonra  ona bir sürprizi olduğunu söyledi.
Bir kuple şiir okudu.
İnanamadı?!?!?!!!!!
Az  önce gözünün takıldığı dizeleri söylüyordu kankisi!!!
Olamazdı!!?
Nasıl olurdu???!!!
Bu kadar uzak iken onun şu anki enerjisini çekmiş olamazdı! 
İmkansızdı!
Ona hemen anlattı neden bu kadar şaşırdığını. Kankiside bocalamıştı, şakamıydı bu!
Bir an duraksadılar telefonda. Sonra görüşürüz diyerek kapattılar.
Eline kalemi aldı.
Ve boş bir sayfaya şunlar döküldü :

" İnanmak kolay varolmayana
   Dilemek yetmez olması istenilene
   Mesafeler bükülür daralır
   Hisseder insan açıklaması zor olanı
   Adını koyamaz, kırar zamanı
   Ama zaman gururludur gösterir ona asıl varolanı! "

Oracıkta öylece kalakaldı bir süre.
Geçmişten gelen kendisi, şimdiki zamandaki ben ile buluşmuş, geleceğe giderek çağırmışlardı beraber kankisininde varolduğu  o geçmişi..
Zamanda yolculuk işte tam böyle birşeydi.
Tıpkı kardeşinin dediği gibi "Martılaaar,Kuşlaaaar" kadar özgürdü kendisi.
Doğruydu..

Kimbilir..Belki bir 15 sene sonrasında yine aynı şekilde buluşurlardı eğer yaşarlarsa.
 
sevgiler
ö.N