Pazar, Temmuz 28

Vicdanın Hatası

Kendisiyle başbaşa kalmıştı yine. İçindeki daralmaların nedenini biliyor ama bilmemezlikten geliyordu. Sürekli bertaraf ettiğini düşündüğü duygular, ortaya karışık salata misali her tattan lezzet sunuyordu doğasına. Durmadan göğüs kafesini bolca havayla dolduruyor, allaha şükür edip ondan yardım talep ediyordu. Çok şey düşünüpte aslında hiçbir şey düşünemediğimizi sandığımız; ot çekmiş gibi herşeyin havada olduğunu hissettiğimiz; ayaklarımızın gezinirken yere basmadan yürüdüğünü  varsaydığımız anlar için kullandığımız bir tabir vardır hani : kafa dumanlı
Aynen o şekil evin içinde dolanıyordu işte, dumanlı dumanlı.
Kendini meşgul etmek üzere kurmuştu modunu sabahtan.  Bir işi yapıyor, tam bitirmeden diğer işe girişiyordu sanki. Toparlamaya çalışırken dahada dağıttının hiç farkında değildi. Öyleki  bilincinde olmadan o lanet olası konuşmadaki cümleleri daha nasıl  istediği formatta söyleyebileceğini tasarlarken buluyordu kendini aynanın önünde. Bunu yaşatan insanlardan nefret eder olmuştu artık!  Neydi yani, bu dünyada bir tek kendisimi "hatalar" yapıyordu?!  Kime göre , neye göre hataydı yaptıkları??  Aslında oturup sabaha kadar bu konu hakkında konuşabilirdi. Kitap okurdu, felsefeye bayılır her fırsatta felsefe yapan arkadaşlarıyla biraraya gelir ve hayata/dünyaya dair fikirler/düşünceler uçuştururdu havada. Bir avukat gibi güçlü hitabı olduğunu bilir, ikna kabiliyetine de ayrıca güvenirdi. 
Ama insanlar böyle değildi.. İnsanlar tek yargıdan yola çıkar, en ufak "hatayı" kabul etmez, ve mümkünse bununla bir ömür boyu kişinin yüzüne vuracak kadar da acizdiler.  Karşılıklı konuşmayı beceremeyen; hemen suçlayıcı bir duruş sergileyen ; eleştirileri asla kabul etmeyen ve bütün bunların dışında "hatayı" yaptığını düşünen kişi gibi asla davranmayacağının yalanını insanın gözlerine baka baka vurgulayan insanlar vardı etrafında. Bu bakış açıları karşısında yorulmuştu şu kısacık zamanda.
Her tanıdığı yeni insan, sanki geçmişte tanımış olduğu insanlardan bir tık daha kötü çıkıyordu. Daha yalancı. Daha oyun-düzenci. Daha saldırgan. Daha empatisiz. Daha vicdansız.
Oysa kendisi hayatında belki 5 parmağı geçmeyecek, vicdanının onu rahat bırakmadığı gerçek "hatalar" yapmıştı; ama buna rağmen becerebilmişti sağduyusu hayatta kalabilmeyi. Çünkü bu "hataları" anlayabilecek, onları belli bir olgunlukla karşılayabilecek insanlardı geçmişte tanıyıp hayatına kattığı kişiler. Hiçbir şey için hesap sormayı bilmeyen, erdemli insanlardı. Kendiside o yapıdaydı.. Hiçbir kelime, cümle, yorum, hareket için kimseden hesap sormamıştı bugüne kadar. Olayları akışına bırakmayı tercih etmiş, gerçek "hatalar" bünyesindeki enerjinin kendiliğinden belli bir noktaya gelmesini ve onunla ilgili ise, o durumun ona yine kendiliğinden gelmesini beklemeyi tercih etmişti. Çünkü şuna inanırdı : Herkes kendi yaptığından sorumludur. Kimse yapılanın hesabını sormaktan sorumlu değildir. Çünkü hesap sormak; kişinin dünyasına özel bir müdehale sayılırdı. 
Bütün gününü bu şekilde geçirmesi hiç hoşuna gitmiyordu. Ama nafile.. Bu durumdan kurutuluş yoktu, çünkü kendini tanıyordu, vicdanını tanıyordu.  Aslında vicdanı ondan bağımsız bir mahkemeydi sanki. Olan biten ortadaydı ; duruşmada savunanda-suçlayanda oradaydı. Suçlayandan yana olan hakim sanki her an son kararı verecekmiş gibi olurdu. İşte o noktada beyin,mantık,realist mental ne kadar isyan ederlerse etsinler, vicdanın dediği olurdu. O karar kesin uygulanırdı.
Bu mahkeme şu an hala devam ediyordu. Biraz balkona çıktı, İstanbul'u seyretti. Mavi gökyüzüne baktı. Biraz insan kalabalığına karışmak istediğini farketti. Evin tüm dağınıklığını bıraktı, giyindi, ve evden kaçarmışcasına hızlı hızlı uzaklaştı. Feribota bindi. Uzun uzun İstanbul'un her köşesini izledi. Tıpkı vicdanındaki mahkeme salonundaki detayları izlediği gibi.
..
Telefonu öttü, bir mesaj gelmişti tam o anda.
"Neden sende o insanlar gibi olmayı bir kez olsun denemiyorsun???"
 
Evet.. Neden olamazdı?! 
Neden olmasındı?! 
Bir kez olsun vicdan mahkemesi hatalı bir karar versin ve "hatayı" savunan kazansın.
Hiç denemediğin bir durum hakkında ne bilebilirdinki?? 
Evet.
Karar şuydu : 
Bu sefer kendisi empati kurmuyor, yapılanı olduğu yerde bırakıyor, iyiki de yapmışım demeyi tercih ediyordu. Birkez olsun "hatanın" aslında bir hata olmadığı konusunda ısrarlıydı. Ve gidip kimseden özür dilemeyecekti. Kimseye kendini savunmayacaktı. Eğer karşı taraf hesap sorarak rahatlamayı tercih edebiliyorsa ve kendisi üzüleceği yerde diğerinin üzülmesi gerektiği konusunda kararlıysa, peki hala kendiside vicdanını susturmayı tercih edebilirdi.
Soran olursa neden böyle davrandığına dair, o zaman da şöyle diyecekti :
"Üzgünüm, bunu vicdanımın "hatası" olarak kabul edin lütfen. Vicdanım sizden gelip özür dilemeyi redetti çünkü" 
 
Vicdanınız sizi bazen sizi iki kat üzüntüye sokacak durumlarla karşılaştırabilir.
Biraz diğerleri gibi olmayı denemekte yarar var!
 
sevgiler
ö.N

Pazar, Temmuz 21

Boomerang

Ne zaman "varlığımız" / "dünya" / "sonsuzluk" / "tarih" / "uzaylılar" / "hayvanlar alemi" / "üstün insanlar"  gibi belgesel konuları televizyonda çıksa, kitlenir kalır; sürekli yeni birşeyler öğrenmek isterim. Ama sanırım en çokta [sonsuzluk - tarih - uzaylılar] üçlemesi beni en cezbeden konular bütünlüğü olmuştur.

Misal ; bu üçlemeye şu örnek soru çok sık sorulmakta ve hala buna bir cevap bulunamamaktadır:
"Amerikalılar neden tüm dünya tarihinden minimum bir elli yıl daha ileride bulunmaktadır?"

Kimi araştırmacılara göre amerikalılar 1947'de New Mexico / Roswell kasabasına düşen ufo'dan çıkarılan "uzaylı" olayı ile sürece başlamışlar; onun sayesinde de "sözüm-ona" uzaylılar ile irtibat halinde kalmışlardır.  Bundan dolayı amerika göya her alanda, özelliklede uzay bilimi alanında sürekli dünyanın en gelişmişi olmuşlardır.

Biraz tarihten haberdarsam eğer; 1947 yılında Amerika 2. dünya savaşından çıkmış ülkelere (spesifik 16 ülke) "Marshall Planı" adı altında ekonomik yardım paketi dağıtacak kadar iyi durumdaydı galiba. Yani uzay biliminin gelişmiş olması bir uzaylı sayesinde gerçekleşmiş olma ihtimali bence yok gibi... Gerçi tarihçiler bu konuyu benden bin kat daha iyi biliyorlardır. Belki  az bilgi yerine araştırılmış bilgi ile hareket etmeli; kendi yorumlarımı kendime saklamalıyım.

Neyse.. Zaten aslında ben olayın başka bir yönünde takılıyım.

Galaksimiz dışında, milyonlarca galaksi bulunuyor bu sonsuzlukta.
Acaba hiçbirinde bir "yaşam" yok mudur???? 
Yani bu sonsuzlukta sadece bizim varolmamız  pek bir gizemli-korkutucu geliyor bana.
Bu konuda yapılan belgesel programlar, ki misal bazıları inanılmaz "kanıt destekleyici" olabiliyor,
o kadar sağlam açıklama yapıyorlarki, başka varlıkların olmama ihtimali düşünülemiyor neredeyse.
Sanki diğer galaksilerde başka yaşamlar var, ve onlar arada bizi yokluyorlar.
Ama bu seferde şu soru beliriyor kafamda ;
"Eee.. iyide sadece Amerikalılaramı görünüyor bunlar kardeşim? Az birazda biz denk gelelim yahu!"
En azından uzay turizmi için tanıdık kontenjanına başvuru imkanımız olurdu, değilmi ama?

Neden bu ülkenin bu alanda gelişmiş olduklarını anlamak için bir parça ülkenin eğitim süreci ve insan psikolojisini incelemek gerekir. Tabi derinlemesine bir araştırmaya sahip değilim, ancak gözlemlerimle konuşacağım. Merak ettikleri şeyleri araştırmak için sağlanan imkanlar muhteşem.
Ve bunlar içinde ekonomik refahın yükseklerde olması lazım gelir, ki öyle..
Adamların  her türlü kaynağa ulaşması başlıbaşına yeterli bir olay.
Merak seviyeleri yüksek olduğundan, araştırmak içinde kendilerini her şekilde özgür kılıyorlar ayrıca. İlgilendikleri konuların üzerlerine gidip, pes etmeden büyük bir hevesle neticelendirmeleri çok iyi. O konudaki azimleri ilginç. Her ne kadar bazen fazla meraklı olarak adletsemde..

Peki ya biz?
Bizde de tam tersi:
"Anneee, kitapta evren diye birşeyden bahsediyor, ne demek bu ??"
"Oğlum bir dur şimdi!!   Televizyonda şu teyze kek tarifi veriyor!!!"
"Anneeee!?"
"Şimdi terlik geliyor bak Boğaçhan!!!"

Boğaçhan o noktadan itibaren evrenin yarıçapının bir terlik döngüsü kadar olduğunu düşünerek hayatını idame ettirecektir artık.. :)   Biz "Boğaçhangiller" olarak, Amerikadaki "Johngillere" karşı araştırma-geliştirme konusunda asla yarışamayız.
Çünkü Boğaçhan'ın annesi terliği mental olarak farklı kullanma güdüsüne sahip.
Oğluna isabet ettirme mantığı ile adeta bir boomerang gibi kullanırken, John'un annesi onu o yaz Avustralya'ya boomerang'in ana yerine bilim gezisine götürmüştür bile çoktan..

Gerçi şimdi düşündümde, bir uzaylı denk gelsin deyip duruyorum ama;  Boğaçhanı'ın annesinin salladığı terlik, garibimin kafasına denk gelse ne olacak?!?
 
Al sana evren içinde galaksiler arası savaş nedeni.. :))

huuuu.. über gergin :)

sevgiler
ö.N


Pazartesi, Temmuz 15

Snowboard

Yıl 1991-mevsim kış , yaş 16 ; yer Avusturya/Kitzbühel kayak merkezleri... Bir sınıf gezisindeyiz.
Her taraf bembeyaz.. Nasıl muhteşem bir atmosfer var anlatamam. Bursa'nın bakımsız Uludağ kayak merkezlerinden sonra burası tam bir cennet doğrusu. Mis gibi çam kokuları, bembayaz kar örütüsü ile bütünleşmişti. Kar kıyafetleri içinde adeta bir robot gibi kımıldamaya mecali olmayan ben, bu cennette adeta seke seke yürür hale gelmiştim. Gittiğimiz gün o kadar buğulu ve soğuktuki ve tipi sarmıştıki dağı, kayamayacağız korkusu sarmıştı beni. Çünkü kayak benim çok zevk aldığım bir atraksiyon olmuştu Almanya'daki yaşamımda. Neyseki ertesi günlerde hava durumu tam kaymalık bir ortam sağlamıştı bize. Ben ve sınıf arkadaşlarım oluşan bu mutlak harika ortamdan, yani dağlardan aşağı amatör bir farkındalık ile salıvermiştik kendimizi.
Bendeniz kayakta fazla atraksiyon yapabilen biri değilimdir. Ancak içimdeki  "maceracı tip" o denli pörtlemiştiki kayarken biraz değişik hareketler yapma gereği hissettim. Korku ve cesaret ikilisi her zaman olduğu gibi kavga halinde içimde tabii. Onlar benim vazgeçilmezlerimdir zaten. Sağolsunlar beni hiç yalnız bırakmazlar. Biraz egzantrik hareketler yapmak isteği içinde bocalarken ben, sağımdan solumdan  snowboard ile deli gibi slalom yapan DELİ FİŞEK tipler geçmişti... Onların bu kadar özgürce karın üstünde kaymaları çok hoşuma gitmişti, hatırlıyorum. Bu duyguyu yıllar sonra snowboard kaymaya başladığımda hatırladığımı belirtmek isterim. Bu anlattıklarım hemencecik gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçmiş, o küllenmiş duygular birden taptaze oluvermişti.
Ne garip değil mi?  Duyguların geçişleri o kadar ilginç hani..
Neyse, sonra onlar için extra başka bir alan olarak hazırlanan yerlerine gittim. İzlediğimde dibim düşmüştü. Çünkü adamlar havada dönüyor, zıplıyor, taklalar atıyordu. Hatta gece etkinlik amaçlı gösteri düzenlediler. Çalan müziktenmidir yoksa sıcak şaraptanmıdır bilemiyorum o gecenin büyüsü apayrıydı. Snowboardcuların yanına gittik tanıştık. Tabii çabuk gelişmiş alman kızlarının yanında şansım yoktu belki o yakışıklı çocuklara karşı. Ama yürüyen 1,5 metre olarak snowboard hatrına aralarına karışmıştım bir kere. Dışardan algılananı düşünmek bile istemiyorum :(
Avrupalıların  en takdir ettiğim özelliklerinden biri, çocuklarını sağlıklı büyütmek adı altında listeledikleri kriterler içinde yer alan konulardan biri spordur. Daha çok küçük yaşta bir spor dalı ile uğraşmalarını sağlamak ve hatta çocuğun ilgi alanını takip edip onun ilgilendiği spor dalı ile gelişimlerini desteklemek, yaptıkları en iyi şeylerden biridir diyebilirim. Tabiki ülkenin refah durumu ile ilintili olmasını görmezden gelmiyorum. Ama mevzu bahis burada çocuğu bir spor dalına duyduğu şevkin arkasında durmak zaten. Ve bu konuda oldukça iyiler..
Ne diyordum...Snowboardcu arkadaşlarda zaten 3-5 yaşlarında başlayan cinslerdenmiş öğrendiğimiz kadarıyla. Ve tam bir adrenalin bağımlısı olduklarını öğrenmiştik. Hatta içlerinden biri şu bugünün redbull extreme sporcuları varya, işte onun için o zamanlarda ilk başvuru yapanlardan biri bile olabilir. Çünkü Redbull'un bu aksiyonlarından bahsediyordu. Zaten Redbull Avusturya pazarından çıkan bir içecek ürünüdür. Bildiğim kadarıyla Redbull projesi 1984-1987 yıllarında oluşuma girmiş, ilk 1994 yılında Almanya tarafından onaylanmıştır. Ve o çocuklardan biri bu projede yer almak istediğini, markanın dünya çapında extreme sporlar için sponsor olacağından falan bahsediyordu
Şimdi bakıyorum extreme sporcuların programlarına. Bu marka sayesinde adamlar dünyanın her yerinde istediği sporu istediği özgürlükte yaşıyor, hatta müsabakalara katılıp diğer külterden insanlarla tanışıyor. Hatta bazıları kendi ülkesini bırakıp, sporu yapabileceği en ideal ülkeyi seçiyor ve orada yaşamaya devam ediyor.  
 
 
Şu resimdeki gibi adamlar tanıdım ben zamanında. Nasıl güzel bir his olduğunu sadece tahmin edebilirim. Onlar ise yaşayarak özgürlüklerinin tadını çıkartıyor. Her saniyelerini birer heyecan sayıyorlar. Onlar gibi asla olamadım, şu saatten sonrada olamam. Ancak acaba zamanında banada bu anlamda bir yatırım yapılsaydı ne olurdu diye sorabilirim. Cevap ise .. ucu açık.
Özgürlük hissini yakalamak ve onun peşinden koşmak demek bana göre ruhunun peşinden gitmek demek. Öyleyse özgürlük ruhun kendisinda saklı diyebilir miyiz?!?  Zaten hayatın kendisi ruhların anlarda yaşadıkları duyguların tamamından oluşmaz mı?  Kendimce cevaplar benim ANLARIMDA gizli.  Mesele yeğen, bunları bilmek ve bildiğini yaşama hissettirmekte!  İşte bu extreme sporcularda cevapları sürekli "haykıranlardan". Özgürlüklerinin dilinden konuşan insanlar onlar..
Ve bende onları her ne kadar fiilen olmasada ruhen takip ediyor, hala amatörce kaydığım snowboardum ile her kış koca bir gülümsemeyle onların haykırdıkları cevapları tasdikliyorum.
 
Yaşasın özgürlük !
 
sevgiler
ö.N
 
 

Pazartesi, Temmuz 8

Vefalı Kurbağalama

Bir haftasonu, ben ve bir arkadaşım, arkadaşımın ablasının çalıştığı rezidansa havuza davet edildik.
Şezlonglarımızı ayarladık, güneşin o güzel ışınlarına hazırlanmış bir şekilde içeceklerimiz ellerimizde uzanıverdik. Bir yandan şirket dedikoduları yapıyor diğer yandan soğuk içeceğimizden yudumlarımızı alıyorduk. Sonrasında biraz serinlemek üzere havuza girdik. Arkadaşım benden önce girmişti. Kurbağa stili yüzüşü ile adeta süzüldü kız. Arkasındanda ben girecektim..
"-tim" diyorum çünkü aslında boyumu aşan havuzlarda bendeniz bir parça panikliyorum normal şartlarda.. Nedense o gün bu korkumu yenmek üzere havuzun başına dikilmiş, sonra kenarına oturmuş, ayaklarımı havuza salmış, uzun uzun mavi sulara bakarken bulmuştum kendimi. Arkadaşım öbür kıyıya varmış ve oradan geri yüzmeye başlamıştı bile çoktan. Onu izlerken kafamda dolanan cesaret kavramı adeta bir "şeytan" misali sinsice gülüyordu beynimde..
Hatta gülmüyor kahkaha atıyordu diyebilirim!
Buna sinirlenmiştim fena. Ne olabilirdiki?!?!  Yani denizde kurbağalama yüzüyorsun..
(gerçi boyumu asla aşamazdım,kenardan kenardan kurbağa stili yani)
Yavaşça bedenimi kenarlara tutunacak şekilde havuza saldım. O sırada arkadaşım çoktan yanıma ulaşmış bıcır bıcır birşeyler anlatıyordu.
Utandığımdan ona o anki düşünce ve hislerimi anlatamadım. Sonra "Hadiii" demesiyle kendime geldim.. "Ne duruyorsun?!  Yüzelim.." dedi ve döndü yüzmeye başladı. Beynimdeki şeytan-cesaret ikilisinin diyoloğunun saniselik  durduğunu hissettim. O fırsattan yararlanmak istedim ve ayaklarımı havuz duvarından destek alacak şekilde konumlandırıp, kendimi suya ittirdim.
Ve yüzmeye başladım..
Başarmıştım işte!!
Paniklemeden yüzüyordum!!!!
Hemde 2 m'lik bir havuzda!!!
Önümde yüzen arkadaşımı görüyor, acaba hem yüzüp hem konuşabilirmiyim diye düşünüyordum,
ki... o an.. 
İşte tam o an,  alt baldırıma bir kramp girdi! 
Onun acısıyla panikleyerek dibe doğru çekildiğimi hissettim. Batıp batıp çıkmaya başladım, ama bir gram ses çıkmıyordu benden. Bağıramıyordum!  O batıp çıkmaların birinde havuzun öbür tarafına çoktan varmış ve bana bakmakta olan arkadaşımla göz göze geldik. Neden bakıyor bu diye düşünmeye bile fırsatım yoktu, çünkü o batıp çıkmalarda su yutmaya başlamıştım çoktan. Resmen boğulmak buymuş sanırım diye de  hissettiğimi hatırlıyorum ayrıca. Sonra bir an, ki bu süreç toplasan 5 dk bile değil ama bana o an saatler gibi gelmişti, arkamdan bir çift kol tuttu beni..
Bir baktım arkadaşım! 
Sakinleştirmeye çalışan kızın  tepesi tepesine doğru can havliyle resmen tünüyordum. Öyleki kızı suya bastırmaya başlamıştım o panikle. Onu boğmaya ramak kalmıştı. O sinirle beni havuzun yan kıyısına doğru adeta fırlattı. Sonunda kıyıya tutunmuş, içtiğim havuz suyunu çıkarmakla uğraşmaya başlamıştım artık. Kızcağızda paniklemiş, neler olduğunu sorup durmaya başlamıştı. İkimizde çıktık havuzdan, o koşup havlumu getirdi. Sonra beni kolumdan tuttu ve şezlonglarımıza doğru ilerledik. Bacağımda ağır bir ağrı, ölümden döndüğüm dakikaların içinde daha da belli etmeye başlamıştı kendini. Titreyen bedenim bana az önce bir ölüm tehlikesi geçirdiğimi bağırıyordu bana.
Hayat bu kadar "anlık" bağlı olabiliyordu insana. Saniyeler içinde, size olan bağlılığını koparabilirdi işte.  O günden sonra çok düşünme fırsatı buldum. Olaylar çok uçucu tonlarda olsada, o an yaşanılan hissin tadı hala o kadar taze.
Bir an düşünün ;
Hiç ölüm tehlikesi atlattınız mı?
Hiç sizi ölümden kurtaran birileri oldu mu?
Eğer arkadaşım olmasaydı ; ki o an o havuzda sadece ikimiz vardık çünkü ; şu an belki bendeniz nalları dikmiş bir halde bulunacaktım. Hayatın birçok oyunlarından birini yaşamış olan ben, beni kurtaran arkadaşıma karşı pekte o kadar vefalı davranmadığımı düşünüyorum şu an..
Çünkü bu olaydan uzun bir süre sonra bir fikir ayrılığı yüzünden konuşmaz-görüşmez olduk.
Şimdi zamanı geri döndürebilirmiyim bilmiyorum, ama zaman içinde ince sınırlarda gezindiğimizi ve bu ince sınırlarda ince ilişkiler yaşadığımızın farkındalığını yaşamamız gerektiğini, unutursakta birilerinin hatırlatmasının çok faydalı olacağını düşünüyorum.
Hayatın keskin tarafı ile karşılaşmak bizi aslında olmamız gereken kimliğe dönüşmemize neden olabilir. Bunları takdir etmek, takdir ettiklerimizin değerini bilmek ve bu değeri birer değere dönüştürmek önemli olmalı bizler için..

Ama bütün bunların farkındalığı illede böyle bir korkunç yaşanmışlıktan sonramı çıkmalı??
Durup bir düşünmeli

Ve eğer başınızdan buna benzer bir deneyim geçtiysede sizi kurtaran insana bir parça daha vefalı olmak lazım gelir..

Not : Elif'çim bu senin için...

sevgiler
ö.N



Salı, Temmuz 2

Bugünün Sen'i

İnsanın doğmadan önce benliğine yüklenen kodlar, kişinin kişilik özelliklerinin belirlenmesinin % 80'inini sağlar. Geriye kalan % 20'lik kısmını ise kişinin ileri yaşamındaki her türlü detay,tıpkı suların kayaları aşındırarak oluşturduğu şekilller misali şekillenmesini sağlar. Bunları biliyoruz.
 
Yaşamım boyunca gözlemlemeyi çok sevdim. İnsanları ve hayatlarını, bunun yanısıra bu yaşam karelerinin kendi kişiliklerinde oluşturdukları sivri noktaları, kaşıntı yerlerini görmeyi kendimce becerebildiğime inandım hep. Nitekim yaptığım analizlerin %80'i hep doğru çıkmıştır da...
Kendi teorime göre yaşanmışlıkların sivrilikleri,belirtileri belli bir yaş dönemecinden sonra daha net ortaya çıkmaktadır.
 
Küçüklüğüm, yediğim önümde yemediğim arkamda müthiş bir ilgi havuzunda yüzerek geçmiştir misal. Sonra sonra bir kardeşim olmuştur. Duygusal bir çöküşle beraber gelen  kıskançlık krizleri kah özgürce ortaya çıkmış, kah  büyüklerim tarafından  bir şekilde gerek extra ilgiyle ,gerek azarlamalarla yada utandırma fonksiyonlarıyla bastırılmıştır.
Daha sonraları okul yaşamımda ki "başarı" ile olan ilginç ilişkim vardır misal. Tembel ama hırslı yapım sayesinde gerçekten öğrenen zeki arkadaşlarımı kıskanmış,onları hep gıptayla izlemişimdir. Ama gerçekten öğrenme yerine, başarıyı farklı yöntemlerle yakalamayı seçmişimdir. Ve bu yolla öğrenilen herşey çok çabuk geçici olup, sonraki sınavlarda 2 kat emek sarfederek "inekleme" tabirine maruz kaldığımı hatırlarım çok kere.
Ülkemin girdiği ekonomik krizler nedeniyle harçlık sürecimdeki yaşadığım iniş, beni hem çalışıp hem okumaya yöneltmiştir misal. Gençliğin beraberinde getirdiği "gençlik bunalımı", insanı oldukça zorlar. İleride bu bunalımımızı çok çabuk unuturuz,orası ayrı. Hele ebeveyn olunca gençlik bunalımı geçiren çocuğumuza karşı birde anlayışssız ebeveyn bile oluruz,orası apayrı.
Neyse, ben kendi bunalımımda iken  diğer kişilerin giydiklerini giyemediğimden , yediklerini yiyemediğimden, gittikleri yerlere gidemediğimden içimde biriken bir sürü UKTELER oldu.
Sonra sonra zaman daha adil olmaya başladığında,ben daha (birçok durumu kötü kişilere göre) iyi olmaya başladığımda, ve aslında hırs sayesinde kazanılan tüm dünyevi varlıkların birer HİÇ olduğunu anladığımda  tüm UKTELERİMİ bir şekilde elde etmiş veya yaşamıştım. En ala markaları giymiş, yemekleri yemiş, ve dünyada ülkeler geçmiştim.. Ama asla uktelerimin yarattığı hırsın oluşturduğu saçma "gurur" ile hava atmamışımdır.
 
Bunları neden anlattım peki..
Bugün şunu görüyorum kendimde. Evet, kişiliğimiz zamanla ve yaşanılanlarla şekilleniyor olabilir. Ancak doğuştan gelen TEMEL KOD'ların önemini de inkar edemeyiz.
Kimimizde geçmişte kalan ukteler, ileriki yaş dönemeçlerinde hala birer  "gurur" verici (!) unsur olabiliyor. Ve eğer bunun sınırını iyi belirleyemez isek, ve doğuştan kazanılan temel kodumuzda da bir parça arıza kalmış ise, işte o zaman bu davranış kalıpları birer GÖRGÜSÜZLÜK olarak adlandırılıyor.
 
Unutulmaması gereken nokta, geçmişteki SEN bugünkü BEN'i oluşturuyor. Ve eğer geçmişteki sen bugünkü beni oluşturduğunu unutur, temel kodları hiçe sayarsa yaşanan sahne hiç içaçıcı olmaz.
Uktelerin bugünkü ben'e geçmişteki sen'i unutmasını sağlayan hipnoz durumlar yaşatacaktır.
Bu hipnoz durumlar sizi görmemişliğin sahnesinde başrol oynamanıza neden olur.
 
Uktelerimiz ile başaçıkmayı sağlayan tek şey, onların aslında birer HİÇ olduğunu hergün anımsamak olacaktır.

Andre Maurois şöyle demiş : "Büyük adam büyük olduğunu;fakat büyüklüğün küçüklük olduğunu bilir."
 
Sevgiler
ö.N