Perşembe, Temmuz 19

Ahiret'liğim

Bir cafedeyiz onunla.  Karşılıklı oturmuşuz, birbirimize anlatılmak istenenler anlatılmış. Büyük bir sessizlik paylaşıyoruz.  Ben, karşımdaki beyaz iri tuğlalarla örülmüş duvarın üzerindeki rengarenk boyanmış  balonları izliyorum. Sanki bir yanım o balonlardan biri olmak istermiş gibi..uçup gitmek gibi.. özgür olmak gibi..  O ise, yerdeki yemyeşil çimenlere dalmış. Küçülüp, çimenlerin arasında kaybolup gitmek istermiş gibi..yok olmak gibi.. ölmek gibi..
Sessizliği bozmak istiyorum bir an. Gözlerimi, daldığım o "özgürlük" ten  alıyorum, ona doğru bakıyorum. Yüzü o kadar yorgunki... Alev kızılı saçları, hafif esen rüzgarda savrularak o yorgun yüzü saklamaya çalışıyor, ama nafile. Ben görüyorum bir kere.  Bu hüznü dağıtmam lazım diyorum kendi kendime.
Erkeği - Kadını, her tür insan denen ucubeden bıkmış olan dostumu, hüznün yaratmış olduğu uçurumdan kurtarmam gerektiğini anlıyorum. Kalkıyorum yerimden, yanına oturuyorum, ve sımsıkı sarılıyorum ona. Onu hiç bırakmayacakmış gibi.  Dünya umrumuzda olmasın der gibi. Yaşıyorsun bak der gibi.
Birden omzunun titrediğini farkediyorum, kafamı kaldırıyorum, yüzüne bakıyorum; yaşlar birbirleri ile yarışıyor sanki yere düşmek için. Sığ bir yerde başlayan bir dere yatağı içinde sakin sakin akan suların, aniden beliren uçurumdan aşağıya doğru boşalan bir  şelaleye dönüşmesi gibi.
Gittikçe hiddetlenen beden sarsıntısı ve akabinde beliren hıçkırıklar,  beni ona daha sımsıkı sarılmaya yöneltiyor. Bir yerlerde bir acının varlığı var ve ben bu acıyı durdurmaya yeminli bir doktor gibi onu sımsıkı sarıyorum... Cafenin en uç köşesinde. Kimsenin görmediği bir yerde..Öylece..

Elimde yemek paketleriyle kapısındayım. Solgun bir yüz açıyor kapıyı yine. Tıpkı bundan önceki günlerdeki gibi. Ama hergün daha dingin bir solgun kapıdaki. Hiçbirşey olmamış gibi çenesi düşük ben,  konuşa konuşa anlata anlata  dalıyorum içeri. Kapkaranlık salondan geçiyorum etrafın dağınıklığına bakmadan mutfağa doğru. Bir yandan da ona o günün can sıkan detaylarını geçiyorum, sanki çok umrumdaymış gibi.  Tek derdim kulağına başka seslerin çalınması. Kendini dinlemekten bir an bile olsa istemsiz vazgeçivermesi.  Odaları aydınlatıp, açıyorum camları. Ve hemen hazırlıyorum bişeyler. Canı yemek istemiyor.  Zorla tıkıştırıyorum  ağzına. Tıpkı annesinin hasta olduğunda yaptığı gibi. Acımıyorum, dinlemiyorum mızıldanmalarını.
Sonra banyoya sokuyorum onu.  Kaç gündür evde kapanmış, yıkanmıyor. Sırtını sabunluyorum. Bir bardak şarap yanı başında. Ve yine.. omuzlar titremeye başlıyor. Ama bu seferki 2 ay önceki gibi şiddetli değil, daha sakin. Sarılıyorum sabunlu bedene sımsıkı. Geçecek diyorum.. Ben bu acıyı dindireceğim. Kimsenin görmediği bu yerde.. Öylece..

Bu kahrolası topuklu ayakkabılardan nefret ediyorum. Ne diye giyerim bilmiyorum, ne diye özenirim giyebilen kadınlara bilmiyorum!! Sanki onları giyince, yürüyen 1,5 m sınıfından 1,80 'likler sınıfına terfi ediyormuşumda!  Canım acıyor..  Acildeki doktor yüzüma bakıyor, ama bıyık altı gülüşünü de eksik etmiyor. Hayır ne var anlamıyorum, illa yüzüme vuracak  "senin neyine topuklu ayakkabı yürümesini bilmiyorsan" imasını.  Bileğimi sararken yaklaşık 10 gün kadar üstüne basmamam gerektiğini, bilekte bir zedelenme olduğunu söylüyor. Bunun içinde koltukaltı sopa yardımını öneriyor.  Donup kalıyorum. O kadar sprey sıktı, krem sürdü,film çekti.. ve sonunda bir sopaya bağladı beni!!??  Hayır haftasonu gelecek olan yurtdışı misafirim olmasa sorun yok.. ama..
Ev darmadağın!  Buzdolabı tamtakır!  Kardeşim yurtdışında toplantıda!  Annemler yazlıkta!
Peki ben nerdeyim???  Acilde.. Kabus olmalı!  9 ayın tüm çarşambaları benimle beraber,  acilin koridorunda halay çekmeye gönüllü gibi toplanmışlar resmen!
Taksiden inip eve girene kadar çektiğim azabı anlamak için yaşamak lazım. Sopaya hükmetmeye çalışırken kendi bedeninin hakimiyeti kayboluyor.  Sonra tüm kontrol kayboluyor, herşey birden zeminde!  Kan ter içinde kalınması ise, işin hiç bahsetmeye gerek duymadığım kısmı.  Zor bela eve atıyorum kendimi.  Koltukta sarılı ayağıma bakarken , zonklamasını hissetmezden gelemiyorum. Yüzüm buruşuyor bir an.  Yine topuklu ayakkabılara saydırmaya başladığım o an, kapı çalıyor.  Açıyorumki bizim kız alışveriş yapmış, eli kolu dolu. Dalıyor içeriye kızgın kızgın.. Şirketten arkadaşlar onu aramışlar durumu haber vermişler.  Telefonumu şirkette unuttuğum için bir ton fırça çekiyor resmen.
Ben ise durumun şaşkınlığından gıkımı çıkaramıyorum. Hemen dalıyor mutfağa, aldıklarını yerleştiriyor.  Evi bir güzel silip süpürüyor.  Ama hala konuşuyor bıdı bıdı.. Yemekte yapıyor. Misafirim için organizasyonu anlatıyor bir çırpıda. Havalimanından alacağını, ama ilk etapta durumu ona anlatmam gerektiğini, bu yüzden benim değil onun karşılayacağını falan.
Ben ise hala kem küm. 
Sonra bir ara bir sessizlik oluyor. Ben ayağıma dalmış, acısını belli etmezcesine, ama topuklulara saydırıyorum hala...
Birden sımsıkı sarılıyor bana!  Ama sımsıkı..
Yüzümde bir gülümseme.. Tanıyorum ben bu sarılmayı.  O gün o cafede trafik kazasında kaybettiği sevgilisi için ölesiye üzülen, acısından ölecekmiş gibi olan o kız gitmiş, yerine daha öncesinden tanıdığım  hayat dolu biricik dostumun iyileşmeye başlayan tarafı gelmişti.  Koltukta pencereden beliren İstanbul'a bakıp, bizi mahvedemeyeceksin der gibi..  Kimsenin görmediği bu yerde.. Öylece...


sevgiler
ö.N