Perşembe, Nisan 26

Rush Hour

İş çıkışı.. Herkes kendini bir an önce evine atma derdinde.
Bir koşturmacadır gidiyor, orada/burada/şurada.. Kimi zaman koşturma içerisinde BEN olduğum gibi, kimi zaman koşturmayı seyreden DİĞER İNSAN olmayı tercih ediyorum. İnsanların yüzlerindeki ifadeler, eğer gerçekten bakabiliyorsanız,o an nasıl hissettiklerini direkt ele verebiliyor. Herkesin kendi kafasında uğraştığı bir sürü problem bulunuyor. Bir sürü soru işaretleri ile dolanıyor çevrede.

Bazen bu gözlem esnasında  bazı "kimileri" sürekli dikkatimi çekiyor. Onları tüm kalabalığın içerisinden hemen seçebiliyorum. Ve onlara kitlenip kalıyorum.. Gözlemlemekten alamıyorum kendimi.

Günümüz hayat şartları veya yaşantının bize sundukları aslında o kadar ağır olabiliyorki. Düşünsenize, evden adımınızı atar atmaz bir hayat mücadelesi başlıyor. Kazasız belasız varmak istediğiniz yere varabilmek, iş yerinde sorunsuz stressiz iletişimlerde bulunabilmek, ay sonu alınan maaşla rahat rahat geçinebilmek, trafikte kavgasız döğüşsüz ilerleyebilmek, otobüslerde ecüş bücüş olmadan, birileri size sürtünmeden gidebilmek, eşinizin - evlatlarınızın güvende olduğunu sürekli düşünmeden işinize odaklanmak, dolandırılmadan yatırımlarda bulunmak  vs..vs  pek mümkün olamıyor ülkemizde.

Tüm bu düşünceler, yaşam sürecimizin getirdiği bıkkınlıkla beraber buluşup bizleri çekilmez bir hale getiriyor. Sürekli daha agresif, daha itici, daha uyumsuz, daha anlaşılmayan, daha kurnaz, daha kötü niyetli, daha çiğ, daha dayanılmaz.. ve en önemlisi, daha YALNIZ oluyoruz.  Beynimizdeki, yiyip bitiren düşünceler de  tıpkı istanbul'un trafik saatinde yaşadığı o kaos gibi, ingilizlerin deyimi ile bir "rush hour" sürecinde taşabiliyor ve bu taşanları yere düşmemeleri için bizlerde  "monologla" geri toplamaya çalışıyoruz. Çünkü o taşanlar bizim.. Ve zarar görmemeleri gerek..

Eskiden, benim çocukluğumu geçirdiğim mahallede bir "Deli Emin" amcamız vardı. Amca diyorum çünkü daha ben 4-6 yaşlarında iken bile o rahat 35-40 vardı. Emin amca, üstü başı temiz bakımlı okumuş biriydi. Derlerdiki, zorlu bir hayatı olmuş, hırs yapmış, çok okumuş..ama bir yerde bağlantılar kopmuş.  Bu yüzden kendi halinde mahallede kendi kendine konuşarak dolanıp dururdu. O zamanlarda da ben kitlenip kalırdım. Yanına gitsem benimle konuşurmu diye hep merak etmişimdir mesela. Ama hiçbir zaman yapamadım.. Eskiden kendi kendine konuşan adama DELİ derlerdi. Peki ya şimdi ???

(topluma göre) "Akıllı Uslu" insanlar da artık hayat içinde "kendi kendine"  konuşabiliyor.  Ve bunu direkt sokakta yürürkende icra edebiliyor. Zaman o kadar değişti ki, kimse o monolog yapanları görmüyor-duymuyor artık.  Emin amca görseydi bu durumu şimdi, DELİ sınıfından terfi olunduğunun mümkün olduğunu görecekti sanıyorum.

Ama ben yineliyorum ;  DELİ olan insan, gerçekten deli midir?  Yoksa diğer "normal" insanlar mı DELİ sınıfındadır?  Kime, neye göre DELİLİK'tir monolog yapmak?

Monolog yapmaktan kaçınmayın ...

sevgiler
ö.N



Pazartesi, Nisan 16

Kağıt Parçası

Bağımlılığımızı köreltecek şey, nefsimizi törpülemekten geçiyor  öğrendiğim kadarıyla. Neden onsuz yapamadığımızı çözmeye çalışıyorum, ama bulamıyorum. Geçmişimde etkisi varmış, günümüzde etkisi fazlasıyla devam ediyor, ve korkarım ki gelecekte çocuklarımda etkilenecek, bağımlı bir şekilde yaşıyor olacaklar. Keşke böyle bir dünya olmasaydı..

Birşeyleri alma gereksinimi yaşamak biryerde artık yorucu bir hal alıyor. Hele ki alma gereksinimi yaşadığınız şey, belli bir meblağ ile değerlendirildiyse ve bu sizin TEMEL gereksinimlerinizdense, düşünmeden edemiyorsunuz ; neden bir meblağ var ortada ?  Ve neden aslında varoluşumun değeri kadar değerli olan ve benim için sunulmuş olan  DÜNYA malını ben,bir DEĞER karşılığı tedarik ediyorum?  Bu dünya aslında İNSANLIK için yoktan varedilmiş. Ve tüm niğmetler bizler için var aslında.. Kemiklerim geç yaşlansın, dişlerim sağlam olsun diye inekciğim süt üretirken; protein besin kaynağımı alabilmek için etinden de faydalanıyorum, değil mi?  Yada toprak bana sebze-meyve veriyor, niye ?  tüm gerekli vitaminimi alayım diye, değil mi?  Kısacası salt benim için herşey..

Peki bütün bunlara değer biçenler, nasıl ve neye göre yapıyorlar?  Buda merak konum olmuştur herzaman.

Şöyle bir dünya  vardı bir zamanlar : Alacağınız her ne ise, sizde satış amaçlı varolan her şey ile takas edilebiliyordu ; böylelikle 2 tarafda o anki ihtiyaçları doğrultusunda memnun kalıyordu. Yani misal, 1 kg pirinç ise benim ihtiyacım, 1 kg domatesle takas ederek ihtiyacımı giderebiliyorum..
Yada mesela ulaşıma ihtiyacınız var , atı olan kişiye gidiyorsunuz, ve sizde var olan satış amacı güttüğünüz 10 kilo patates ile istediğiniz yere o atla varabiliyorsunuz.. (tabi şunlarıda bilmek lazım, yön / at biyolojisi / avcılık vs..)  :D..aslında hayali bile komik, çünkü bir yerde tıkanıyorsunuz. Çünkü takas için taşıyabileceğiniz şeylerde sınırlı olabiliyor bir noktada. Sürekli patates,biber,domates taşınmaz ya.. (biraz daha saçmalarsam çıkamayacağım işin içinden, ben yine ana temaya dönsem iyi olur..)
Tam olarak birebir böyle olmasa da, buna benzer başka şekilde yaratılmış bir sistemde olsaydık daha kıyak olurdu kanımca. Çünkü artık öyle bir noktadayızki, bağımlı olduğumuz şey bizim hizmetimizden çıkmış, "araç" olmaktan başka bir misyon edinmiş, hatta bizi kendi kölesi gibi kullanan, filmlerin KÖTÜ EFENDİSİ olmuş durumda.
Bendeniz halktan biriyim ve zaman zaman bu konu beni acaip daraltabiliyor.. Her gün  okuduğumuz  kötü haberlerin  %60'nın  asıl nedenlerinden biri bu bağımlılık..
Evlilikler bundan dolayı bitiyor, siyaset bundan dolayı karışıyor, politika  buna bağımlı çalışıyor..

Cesar baskılı çukulatalardan günümüz yeni TL sembolüne kadar varan bu serüven sadece aslında bir kağıt parçasından başka birşey değil. Ama üzerinde yazan rakamlar için varolmak gerçekten acı birşey.Ümidin tükenmediği noktada , allahtan hala parayı araç olarak kullanan erdemli insanlar mevcut aramızda. Ve ben onları tanımaktan ve tanışmaya devam etmekten dolayı gurur duyuyorum. Çünkü etrafımdaki bu insanların beni de bir şekilde yansıttığını düşünüyorum.

Sadece bir kağıt parçasından ibaret olan bol sıfırlı değerlere sizde değer vermeyin, en azından bir gün bile olsa değer vermemeye onun kölesi olmamaya gayret gösterin..

sevgiler

Çarşamba, Nisan 4

yabancı dilce düşünmek

Ülkemiz şartlarında her bir birey, çalışma hayatında varolabilmek için en yüksek seviyelerde tahsil görmeye çalışıyor (her sınıf kendi bütçe ve gücü yettiğince tabi) , her artı  donanımla bu yarışta varolmak istiyor (!)  (zorunda kalıyor diyelim).  Bunlardan en olmazsa olmazlardan biride "yabancı dil" unsuru..
Bende herkes gibi işe alım süreçlerinden birçok kez geçtim, ve her görüşmede hangi yabancı dilleri bildiğim ve ne kadar iyi bildiğim gündemiyle burun buruna geldim. Bu konuda o kadar çok anım vardırki,saymakla bitmez. Ama şu son zamanda şahit olduğum enteresan bazı dialoglar varki, artık bana "AAAAAAAAAAAAAAA yeter!" dedirtmekteler.

İmkanları olan insanlar, zaten eğitimlerine en "yabancı dilce" tamamlıyorlar. Altı ay bir sene bir şekilde başka bir ülkede gerek garson, gerek dadı, gerek hamal, gerekse bir paşazade olarak yaşıyor ve hem dili hem kültürü öğreniyor. Sonrasında sanki yıllarca orada yaşamış ve adeta oranın birer vatandaşıymış gibi hava satabiliyor tabi orası ayrı. (bunu da ayrı birgün yazacağım
Ancak şöyle bir gerçek var. İmkanları olmayan ve sadece TC eğitim ve kültür  yürürlüğündeki okul sıralarında yabancı dili öğrenip çözmeye çalışan ve o kültürü algılamaya çalışan bireylerimizi kimse düşünmüyor.  Gerek kurslarla, gerekse özel derslerle yarı yabancılaşmış eğitmenlerle yabancı dil öğrenmeye çalışan gençlerimiz - insanlarımıza için bırak empati kurmayı, nasıl olmazda bilmez modunda aşağılayıcı bir duruma bile sokabiliyoruz.  Birde bu yetmezmiş gibi, kimi zaman tavsiye niteliği taşıyan ama aslında saçma sapan bir dialogtan ibaret olan şu cümlecikler varolabiliyor : "İngilizce düşünmeye çalış..bak göreceksin nasıl kolay!"  
Lütfen af buyrun ; edebiyata gerek duymadan içimden geçen cümleyi olduğu gibi yansıtacağım :

"Ya arkadaş! Hayatı boyunca yurtdışı görmemiş, sadece okudukları ve gördükleri ile oraları hayal etmeye çalışmış, yurtdışı'nın y'sine imkanı olamamış bir insanın, o ülkenin kültürünü  o dilce  algılaması ve buna göre  mükemmelce anadili gibi konuşabilmesi nasıl beklenir???  
Nasıl bir yarım beyin mekanizmasıdır bu ?"

Peki, yada başka bir bakışaçısı ile hareket edelim. Siz Türkçe düşünüyor musunuz?
Türkçe düşünmek nasıl birşeydir, biri tarif edebilir mi?
Az önce yukarıda tavsiyede bulunan kişiye ve onu gibi kişilere  söylüyorum :
"Daha kendi ülkende, kendi insanlarınla, kendi örf ve geleneklerince düşünemiyor, konuşamıyor ve davranamıyorken, nasıl tavsiyelerde bulunabiliyorsunuz?"
Çünkü benim bildiğim kadarıyla, türkçe'de  mütevazılık kavramı bulunuyor. Bildiğinle, paranla, imanınla  hava atmayacaksın...
Türkçe düşünmeye gayret  eden biri olarak ben, herhangi bir dilce düşünmekten ziyade,  dili kıvırabildiğiniz kadarıyla, insanın kendi kişiliği  ile karşı tarafa iletilmesi gereken her ne ise iletilebileciğini savunanlardanım. Ve bu tezimi 17 yıllık uluslararası iş kültürüne dayanan, yurtdışı geçmişi olan, 2 dili anadili kadar iyi konuşan ve +1 dil daha öğrenmeye çalışan biri olarak, bugüne kadar hiç yapmadığım birşeyi yaparak, HAVA ATARAK  altını çizmek istiyorum.  (hava öyle değil böyle atılır!)

Best Regards / Mit freundlichen Grüsse / Saludos

ö.N