Bugün AŞK konuşmak istiyorum. Bugün AŞK yazmak istiyorum...
Bugün AŞK'ı davet ediyorum buraya. Onunla sohbet etmek istiyorum bugün...
Gel... Gel… Otur şöyle karşıma, biraz yüzleşelim seninle.
Sen unuttun beni, biliyorsun değil mi? Zamansız gidişin ve bir daha da arkana bile bakmayışın son hamleydi, unutmadın değil mi?
Haykırmak istiyorum sana, en olmadık zamanda öylece kalakaldım, hatırlıyorsun değil mi? Alışmıştım yokluğuna. Kör topal gidiyordu hayat benim için. Hatırlamadan, sorgulamadan, seni aramadan yaşayıp gidiyordum.
Seninle buluşacak olanları, buluşanları, buluştuktan sonra ayrılanları izlemekle meşguldüm, görüyordun değil mi?
Peki şimdi ne oldu da birden karşıma çıktın, kendini hatırlattın, bir korku saldın, ben ölmüşüm gibi hissettirdin? Neyin var senin?
Sen her zaman kibirliydin. Bana, sen bana mahkumsun, sen beni arayacaksın der gibiydin, biliyorsun değil mi?
Sen bana geleceksin, beni çok özleyeceksin havası vardı sende, tıpkı o gitmeden önceki halinde olduğu gibi.
Bir "Amaaan sen de"cilik vardı hep o bakışlarında. Hatta hatırlasana, seni var eden de benim yok eden de, dedin kulağıma. Bıraktığım yerde seni almasını da bilirim, diye ekledin. Sen bana AŞIKSIN dedin o son dakika yüzüme yüzüme…
Peki şimdi ne oldu da birden karşıma çıktın, kendini hatırlattın, bir korku saldın, ben ölmüşüm gibi hissettirdin? Neyin var senin?
Etrafımı izledim bir süre. Aslında şunu fark ettim, senden bahseden hemen hemen yok gibiydi. İnsanlara ne olmuştu böyle... Adeta seni terk etmiş gibilerdi. Büyük bir sessizlik, herkes ağız birliği yapmış gibi sanki.
Sormadım da seni hiç kimselere. Hiç kimse de hatırlatmadı seni bana, sanki hepsi bana yardımcı olmak ister gibiydiler.
Sakin bir hayat, kim istemez ki değil mi?
Sürekli vıdı vıdı eden bir şey yok yüreğinde. Hesaplaşmalara veya sorgulamalara neden olan fısıltılar yok beyninde.
Acılar içinde kıvrandığın o geceler terk etmişler seni, yok olmuşlar gözyaşlarında.
Bitmek tükenmek bilmeyen yazılar, olmuşlar artık birer dua.
Sürekli sırtımdan vurulacağım hissi yok içimde, düşünsene. Bir gün beni fena vuracak mantığı yok artık içimde. Kıskançlık yaptırdığın olaylar, kişiler yoklar artık tamamen. Ne güzel bir hayat değil mi?
Ah be AŞK, böyle iyiydik. Birbirimize uzak uzak. Sürekli hava güneşli, ekvator gibi sürekli sıcak hava koşulları yani.
Tatlı tatlı takılıyorduk kendimizce. Sen kendi hayatında, ben kendi hayatımda.
Peki söyle ne olur, şimdi ne oldu da birden çıktın karşıma, kendini hatırlattın, bir korku saldın, ben ölmüşüm gibi hissettirdin? Neyin var senin?
Biliyorsun değil mi, artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Ne ben o eski kız, ne sen o eski AŞK.
Köprünün altından o kadar çok su akıp gitti ki... İnan bana, anlatsam sen bile inanamazsın.
Ne ben senin o uçsuz bucaksız derinliklerinde boğulur kalırım, ne de sen artık bana o derinlikleri sunabilirsin.
Biliyorsun beraber bir kere derinlere daldık, neredeyse çıkamıyorduk, hatırlıyor musun?
Evet AŞK. Aslında hiçbir zaman biz kopamayacağız birbirimizden, ben de biliyorum.
Ama şunu bil lütfen, ben artık yaşlanıyorum. O derinler bana iyi gelmez...
Beni tanımıyormuş gibi yapma ne olur!
Gel bir konuda anlaşalım seninle. Ne sen bana dokun, ne ben sana dokunayım. Birbirimizi teğet geçerek atlatalım bu anlık krizi.
El sıkışalım seninle. Kimse kimseye zarar vermesin. Sadece birbirimizi merak ettiğimizde sohbet edelim sessizce birbirimizle, başkaları araya girmesin.
Özlem giderelim seninle. Tıpkı birer eski dost gibi...
Birbirimize hava cıva satmadan, sadece öylece eskidenmiş gibi...
AŞK, Aşk'ı içimizde yaşayalım. Birbirimize tekrar tekrar itiraf etmeden yani.
Ama gitmeden son bir itiraf yapacağım sana:
İnanmamıştım biliyor musun… Ne o gidişine, ne de o kibirli tekmeleyişine.
Sen bensiz yapamazdın. Her ne kadar benim sensiz yapamayacağımı iddia etmiş olsan da. Bak bir kendine, yapamadın da.
Ve şimdi karşımdasın, yine geldin.
Hem de bu sefer SEN bana AŞIK'sın, biliyorsun değil mi?
Beni özledin. Bensiz olmayacağını anladın.
Çünkü hiç kimse seni benim kadar sevemezdi... SANA bu kadar AŞIK olamazdı, olmadı da.
Şimdi soruyorum sana:
Birden karşıma çıktın, kendini hatırlattın, sakın o aynı korku sarmış olmasın seni, tıpkı ölmüşsün gibi?..
Pazar, Mayıs 29
Cuma, Mayıs 27
İstanbul'da iş dünyası
İstanbul'un güzellikleri saymakla bitmez.
Mistik havasından tutunda, dünya tarihinde zaman zaman uğruna savaşlar bile çıkmış olan, dünyayı orta yerinden sanki birbirine ince bir iplikle bağlayan, tarihin içinden fırlamış mekanları ile ayrı bir DÜNYA sanki..
Mistik havasından tutunda, dünya tarihinde zaman zaman uğruna savaşlar bile çıkmış olan, dünyayı orta yerinden sanki birbirine ince bir iplikle bağlayan, tarihin içinden fırlamış mekanları ile ayrı bir DÜNYA sanki..
Ve bu koca şehirde bir şekilde hayatını sürdüren veya daha doğrusu sürdürmeye çalışan insan topluluğu..
Bazen bir cafe'de oturup oraya buraya koşuşturan bu insanları izliyorum gizlice.
Bu insanlarda bir yerlerde çalışıyor, tabiri caiz ise "ekmek parası" peşinde koşuyorlar. Eminimki bu insanların çalıştıkları yerlerde de sıkıntı veya problemleri yaratan durum veya kişiler mevcuttur.
Bu insanlarda bir yerlerde çalışıyor, tabiri caiz ise "ekmek parası" peşinde koşuyorlar. Eminimki bu insanların çalıştıkları yerlerde de sıkıntı veya problemleri yaratan durum veya kişiler mevcuttur.
Aslında bir an için ilgim nedense daha çok, problem kişilere fokuslanmıştı..
Bilirsiniz, yıllarca çalışırsınız. İşinizde iyi olduğunuzdan eminsinizdir ve şirketinize katmadeğer sağlayacak şekilde ter dökersiniz. Sonra bir an gelir, artık bu emeklerin karşılığını almak istersiniz. Bununda adı ya TERFİ olur yada MAAŞ ZAMMI..
Fakat işte tam bu noktada bazı kişi veya birimler sizinle aynı fikirde değildir. Bir anda bakmışsınızki problem an ve yaratıcıları ile karşı karşıya kalmışsınızdır. Sonra düşünürsünüz, ya bu insanlar da benim geçtiğim yollardan geçti, niye empati kuramıyorlar diye..
:) işte bunun cevabı şu şekilde..
Ama bunu yazmadan önce; benim bu konudaki 3. gözümü açan o canım arkadaşıma teşekkür etmek istiyorum. Çünkü ilhamımın gelmesini sağlayan cümleyi kendisi bana kurmuştur..
Cevap veriyorum :
Aslında o kişiler daha önce mutlak "hastalıklı" olacak düzeyde zorlu çalışma şartlarından (!) geçmişlerdir. Ve bu hastalıklı ortamdan çıktıklarında gittikleri ortamada "hastalıklı" bir psikoloji ile gitmiş olurlar ve bunu oraya yayarlar. Bu yüzden İstanbul'da şirketlerde o "hastalıklı insan" lardan çok var...
Aslında o kişiler daha önce mutlak "hastalıklı" olacak düzeyde zorlu çalışma şartlarından (!) geçmişlerdir. Ve bu hastalıklı ortamdan çıktıklarında gittikleri ortamada "hastalıklı" bir psikoloji ile gitmiş olurlar ve bunu oraya yayarlar. Bu yüzden İstanbul'da şirketlerde o "hastalıklı insan" lardan çok var...
Çok doğru gerçekten. Neden bu kadar bulunduğumuz konum veya statüye sımsıkı sarılıyoruz ki ?
Mesele sonuçta baktığınız zaman herkes gibi, o oraya buraya koşuşturan insanlardan bahsediyorum; sadece para kazanmak. Yaşamaya çalışmak..
İyide para kazanırken kendinizi - kişiliğinizi kaybetmeye değer mi?..
Çarşamba, Mayıs 25
Enerji
Bugünlerde "enerji" kelimesine veya "enerji" türevli tüm kelimelere, diğer zamanlardan çok daha fazla takılmış vaziyetteyim. Fark ettimki eğer pozitif bir gününüzdeyseniz, konuştuğunuz iş yaptığınız kişilerle iletişiminizde "pozitif" geçiyor. Herkes karşısındaki insan hakkında “Ne tatlı bir insan” diye düşünüyor. Birde
bunun tam tersi de olabiliyor. Bu tarz diyalogların sonuda
"I-IH! Yok yok.. Yıldızlarımız barışmadı" şeklinde bitebiliyor.
Aslında birde bunun bir tık ilerisi var. Yeni bir insanın ortama girmesi.
Yeni insan ortama girer ve ilk izlenimin yarattığı değerlendirmelere göre anlık reaksiyonlar belirir. Başından ayaklarına kadar incelenir. Her hareketi gözlemlenir bir anlam yüklenmeye çalışılır. Hatta ilk an atmosferine göre alaşağı etmeler, ne sanıyor bu kendini demeler, arada bozmalar, açık nokta yakamak üzere pür dikkat açık ihtimallerine konsantre olmalar belirebilir. Sonrasında o kişi ortamdan ayrılınca hemen bazı insanlar başbaşa verip,o yeni insan hakkında konuşmaya başlar.
"Ay o ayakkabılar olmuşmu hiç? "
"Ay ne soğuk nevale!"
"Bu kalmaz çok burda bak görürsünüz."
Bu gibi görüşmelerde insanın SANANE diye haykırası gelir. Ve merak eder niye kendi kötü enerjini kendinde saklayamıyorsun? Sanırım, bizim genetiğimizde var bu "değişik enerji". Biz nötr olamıyor, direkt bir puanlama ile başlıyoruz ilişkilere, diyaloglara, hayata...
Yurtdışında yaşamış biri olarak, arada toplantılara giden biri olarak, oradaki insanların hiçbirinde bu tarz bir yaklaşım bulunmadığını çok net söyleyebilirim. Beyine göre hareket edip, hitap ediyorlar. Elbette istisnalar vardır, olacaktır da... Ama bizde çok fazla…
Peki, şimdi soruyorum: Ne gerek var bunca atraksiyona? Niye NÖTR olamıyoruz birbirimize karşı? Niye birşeyleri "yapıştırıyoruz" karşımızdakine?
Oysa diğerlerini bırakıp sadece kendimizle ilgili ne varsa onu yapsak nasıl olur? İlk önce hayatta her şeyden önce BEN olmanın yanlarını keşfedebilsek, düşünebilsek. Ve onarılması gereken yanlarımızı bulup, ilk önce kendimize dürüst olabilsek. Enerjimizi bu yönde tüketsek, olması gereken gibi olabilsek, etrafımızı da öyle görebilsek.
Bir büyüğüm, bir gün bana şu örneği verdi ve bu bence her şeyi zaten anlatıyor olduğu gibi:
"Konya'dayım. Oradaki müşterilerimle yapacağım toplantı öncesi fırsat varken, o yüce insanı (mekanını) ziyaret etmek istedim. O havayı 3-5 saatliğine de olsa teneffüs etmek istedim. Kapısından girdim, dolaştım, ayağına kadar geldiğimi fısıldadım. Etrafta bir sürü turist. İçlerinden birine takıldı gözlerim. Yanımda eşlik edenlerden birine eğildim ve dedim ki: ‘Böylesine önemli bir yerde, biraz daha usturuplu gelinse, bu yönde birşeyler yapılsa’… Sonra bir an gözlerim şu dizelere takıldı:
Yine gel, yine gel, her ne olursan ol yine gel
İster kafir, ateşe tapan, putperest ol yine gel
Bizim bu dergahımız ümitsizlik dergahı değildir
Yüz defa tövbeni bozmuş olsan da yine gel.
Öylesine utanmıştımki kendimden. Ben kimdimki o turisti yargılamıştım?? Bu ulu insan bile kabul etmiş, davet etmiş, yargılamamış… Kendime müthiş kızdım, sinirlendim. Oradan kaçarcasına çıktım gittim…"
Evet, bizler kimizki enerjilerimizi saçma sapan yönlere kullanarak ortalığı kirletelim!!
Enerjiniz sürekli pozitif olsun, sinerjiniz bol olsun.
sevgiler
ö.N
Aslında birde bunun bir tık ilerisi var. Yeni bir insanın ortama girmesi.
Yeni insan ortama girer ve ilk izlenimin yarattığı değerlendirmelere göre anlık reaksiyonlar belirir. Başından ayaklarına kadar incelenir. Her hareketi gözlemlenir bir anlam yüklenmeye çalışılır. Hatta ilk an atmosferine göre alaşağı etmeler, ne sanıyor bu kendini demeler, arada bozmalar, açık nokta yakamak üzere pür dikkat açık ihtimallerine konsantre olmalar belirebilir. Sonrasında o kişi ortamdan ayrılınca hemen bazı insanlar başbaşa verip,o yeni insan hakkında konuşmaya başlar.
"Ay o ayakkabılar olmuşmu hiç? "
"Ay ne soğuk nevale!"
"Bu kalmaz çok burda bak görürsünüz."
Bu gibi görüşmelerde insanın SANANE diye haykırası gelir. Ve merak eder niye kendi kötü enerjini kendinde saklayamıyorsun? Sanırım, bizim genetiğimizde var bu "değişik enerji". Biz nötr olamıyor, direkt bir puanlama ile başlıyoruz ilişkilere, diyaloglara, hayata...
Yurtdışında yaşamış biri olarak, arada toplantılara giden biri olarak, oradaki insanların hiçbirinde bu tarz bir yaklaşım bulunmadığını çok net söyleyebilirim. Beyine göre hareket edip, hitap ediyorlar. Elbette istisnalar vardır, olacaktır da... Ama bizde çok fazla…
Peki, şimdi soruyorum: Ne gerek var bunca atraksiyona? Niye NÖTR olamıyoruz birbirimize karşı? Niye birşeyleri "yapıştırıyoruz" karşımızdakine?
Oysa diğerlerini bırakıp sadece kendimizle ilgili ne varsa onu yapsak nasıl olur? İlk önce hayatta her şeyden önce BEN olmanın yanlarını keşfedebilsek, düşünebilsek. Ve onarılması gereken yanlarımızı bulup, ilk önce kendimize dürüst olabilsek. Enerjimizi bu yönde tüketsek, olması gereken gibi olabilsek, etrafımızı da öyle görebilsek.
Bir büyüğüm, bir gün bana şu örneği verdi ve bu bence her şeyi zaten anlatıyor olduğu gibi:
"Konya'dayım. Oradaki müşterilerimle yapacağım toplantı öncesi fırsat varken, o yüce insanı (mekanını) ziyaret etmek istedim. O havayı 3-5 saatliğine de olsa teneffüs etmek istedim. Kapısından girdim, dolaştım, ayağına kadar geldiğimi fısıldadım. Etrafta bir sürü turist. İçlerinden birine takıldı gözlerim. Yanımda eşlik edenlerden birine eğildim ve dedim ki: ‘Böylesine önemli bir yerde, biraz daha usturuplu gelinse, bu yönde birşeyler yapılsa’… Sonra bir an gözlerim şu dizelere takıldı:
Yine gel, yine gel, her ne olursan ol yine gel
İster kafir, ateşe tapan, putperest ol yine gel
Bizim bu dergahımız ümitsizlik dergahı değildir
Yüz defa tövbeni bozmuş olsan da yine gel.
Öylesine utanmıştımki kendimden. Ben kimdimki o turisti yargılamıştım?? Bu ulu insan bile kabul etmiş, davet etmiş, yargılamamış… Kendime müthiş kızdım, sinirlendim. Oradan kaçarcasına çıktım gittim…"
Evet, bizler kimizki enerjilerimizi saçma sapan yönlere kullanarak ortalığı kirletelim!!
Enerjiniz sürekli pozitif olsun, sinerjiniz bol olsun.
sevgiler
ö.N
Salı, Mayıs 24
özlemle Bon Jovi
Bir zamanın nesli olmak nasıl birşey zaman zaman düşünürüm, uzun uzun daldığımda. Veya genç arkadaşları gözlemlemeye çalışırken anımsarım her defasında diyelim, sanırım daha mantıklı olur değil mi?
İnsan durduk yere niye hangi nesilden geldiğini düşünsün ki ??!? ..(yuh bana..)
neyse, ne diyordum ..
evet.. nesiller
benim ait olduğum nesilde ben , benimle beraber şunları bu zamana kadar sürekleyebildim..
1) Bon Jovi dinlemek
2) Coca Cola'yı şişeden içme alışkanlığı
3) Ekmek alınacağı zaman yılların mahalle bakkalına gidip ; "günaydın Ekrem Abi 1 ekmek versene" demeyi
bunlar top 3 diyelim, dahası elbette var; 80-90'lı yılların nesli kızmasın bana bu kadarla sınırladım diye..
Ama beni bu aralar sürekli gençliğime sürükleyen tek şey ; 8 temmuz'da yapılacak olan BON JOVI konseri.
İstanbulun bilimum her yerinde sürekli önüme çıkan posterleri beni dalga dalga sürüklüyor o yıllardaki kıza..
Odamda her yerde onların posterleri vardı..
Bluejean dergisi ile başlayan koleksiyon, sonrasında Rollingstones dergisini bulma / tedarik etme maceralarıma kadar ilerledi.. O yıllarda almanya'da eğitim görüyorum.
Siyah / kahve ağırlıklı renklerden oluşan gardırobum, yaz-kış farketmeksizin giydiğim harley davidson'larım, sol kulağımda bulunan 9 delik (annem kevgir gibi oldun derdi) / küpelerim, dar siyah veya mavi levi's pantolonlarım, uzun koyu renk saçlarım (birde kabarıkki, weleda gibi, ki bu yorumu yıllar sonra üniversitede kankalarımda duyacaktım), koyu renk tırnaklarım ile ortalıkta tam bir hard rock girl olarak dolanıyorum.
Tabii annem / babam kafayı yemek üzereler o dönem benim bu hallerimle. Ne çatışmalar yaşanıyor belli değil..
Hele yaşadığım platonik aşk'lar ve bu aşk'lara karşı beslediğim isyanlar... Siyah akustik gitarımla dile gelen melodi ve şiirler .. aman allahım! Bak yine o odadayım işte , bu anlattıklarımla beraber..
Bon Jovi posterlerini gördüğümde gelen sahneler işte bu şekil alıyor. Bu adamların bende müthiş bir anlamı var.
Yaşadığım o neslin yegane kralları diyebilirim.
8 temmuz'da geliyorlar.. Kısmetse mutlaka gideceğim o konsere..
36 yaşında , evli , 21 aylık bir oğul sahibi , uzun saçlar (hala var) , koyu renk tırnaklar yeniden moda olduğu için elbette var, 9'dan 2 deliğe düşmüş kulaklar, koyu renk kot , fakat harley yerine spor ayakkabılar , artık isyankar değil daha durağan bir kadın olarak onları selamlamak istiyorum. Elimde bir çakmak ile yeniden merhaba demek istiyorum..işte yeniden sizlerleyim demek istiyorum..
Bon Jovi ; seni bekliyorum
İnsan durduk yere niye hangi nesilden geldiğini düşünsün ki ??!? ..(yuh bana..)
neyse, ne diyordum ..
evet.. nesiller
benim ait olduğum nesilde ben , benimle beraber şunları bu zamana kadar sürekleyebildim..
1) Bon Jovi dinlemek
2) Coca Cola'yı şişeden içme alışkanlığı
3) Ekmek alınacağı zaman yılların mahalle bakkalına gidip ; "günaydın Ekrem Abi 1 ekmek versene" demeyi
bunlar top 3 diyelim, dahası elbette var; 80-90'lı yılların nesli kızmasın bana bu kadarla sınırladım diye..
Ama beni bu aralar sürekli gençliğime sürükleyen tek şey ; 8 temmuz'da yapılacak olan BON JOVI konseri.
İstanbulun bilimum her yerinde sürekli önüme çıkan posterleri beni dalga dalga sürüklüyor o yıllardaki kıza..
Odamda her yerde onların posterleri vardı..
Bluejean dergisi ile başlayan koleksiyon, sonrasında Rollingstones dergisini bulma / tedarik etme maceralarıma kadar ilerledi.. O yıllarda almanya'da eğitim görüyorum.
Siyah / kahve ağırlıklı renklerden oluşan gardırobum, yaz-kış farketmeksizin giydiğim harley davidson'larım, sol kulağımda bulunan 9 delik (annem kevgir gibi oldun derdi) / küpelerim, dar siyah veya mavi levi's pantolonlarım, uzun koyu renk saçlarım (birde kabarıkki, weleda gibi, ki bu yorumu yıllar sonra üniversitede kankalarımda duyacaktım), koyu renk tırnaklarım ile ortalıkta tam bir hard rock girl olarak dolanıyorum.
Tabii annem / babam kafayı yemek üzereler o dönem benim bu hallerimle. Ne çatışmalar yaşanıyor belli değil..
Hele yaşadığım platonik aşk'lar ve bu aşk'lara karşı beslediğim isyanlar... Siyah akustik gitarımla dile gelen melodi ve şiirler .. aman allahım! Bak yine o odadayım işte , bu anlattıklarımla beraber..
Bon Jovi posterlerini gördüğümde gelen sahneler işte bu şekil alıyor. Bu adamların bende müthiş bir anlamı var.
Yaşadığım o neslin yegane kralları diyebilirim.
8 temmuz'da geliyorlar.. Kısmetse mutlaka gideceğim o konsere..
36 yaşında , evli , 21 aylık bir oğul sahibi , uzun saçlar (hala var) , koyu renk tırnaklar yeniden moda olduğu için elbette var, 9'dan 2 deliğe düşmüş kulaklar, koyu renk kot , fakat harley yerine spor ayakkabılar , artık isyankar değil daha durağan bir kadın olarak onları selamlamak istiyorum. Elimde bir çakmak ile yeniden merhaba demek istiyorum..işte yeniden sizlerleyim demek istiyorum..
Bon Jovi ; seni bekliyorum
Pazartesi, Mayıs 23
Yarınlar
Konu başlığım: Çocuk / Gelişim - Başarı İvmesi
Soru/-lar:
1. Bir çocuğa en erken ne zaman yapması istenen şeyi (iş - hobi - spor - beceri) empoze etmeli?
2. Empoze edilmesi istenen şey, çocuğun istediği bir şey oluyor mu?
3. Çocuğa bir şeyleri empoze etmek doğru mu? Kendiliğinden gelişmez mi? Gelecekle alakası hangi boyutta?
Peki bütün bu soruların içerisinde BAŞARI hangi noktada var oluyor?..
Geçenlerde izlediğim bir belgesel (tesadüf) bazı soruları yanıtlamama yardımcı oldu aslında.
Kendimce bir İNSAN yetiştirmenin ne kadar ZAHMETLİ ve TEHLİKELİ olduğunu her defasında fısıldasam da, bir insan yetiştirmenin çok ince BECERİlerden geçtiğinin de farkında oluyorum tekrar tekrar.
Sonsuz bir macera geliyor bana bu süreç.
Sürekli kendinden vermen gerekiyor; zaman - para - duygu - düşünce…
Bir insanı daha en ufaktan nasıl yetiştirirsen o insan o yönde o kadar gelecek oluyor aslında…
Seyrettiğim belgeselde, özellikle spor camiasında, ebeveyn çocuğu kendi ilgi duyduğu veya uğraştığı bir spor dalına yönlendirdiğinde, çocuğun arz ve yeteneği buluşuyorsa BAŞARI oranının %99 olduğunu saptamış bulunuyorum. [%1 - çocuğun ilgi alanının birden değişmesi olabilir.]
Tabii bir de yaşanılan ülkenin sosyoekonomik durumu da çok önemli bir etken. O şartlar sağlanabildiği noktada başarı faktörü %99 ile buluşuyor. Bunu es geçemeyiz.
Örnekler:
SPOR
Formula 1: Michael Schumacher
Dört buçuk yaşında, babasının evde yaptığı üstü açık mini yarış arabasıyla, kart racing yaparak başladı. 12 yaşında ilk lisansını aldı ve 1984-1987 yılları arasında içinde Formula Konig Series’in de yer aldığı Almanya ve Avrupa kart racing şampiyonalarını kazandı.
Golf: Tiger Woods
Daha küçük yaşta sadece Junior Dünya Golf Futbol Şampiyonası ve Optimist Uluslararası Gençler Turnuvası gibi başarılar hayatının erken dönemlerinde ortaya koyduğu başarılardan birkaçıdır.
Futbol: Lionel Messi
Messi, beş yaşındayken bu yerel kulüpte forma giymeye başlayarak futbol hayatına atılmış oldu.
SANAT
Resim: Pablo Picasso
Resimle ilgili büyük yeteneği çok küçük yaşlarında ortaya çıkan Picasso’nun söylediği ilk sözcük İspanyolca kalem anlamına gelen Lapiz’in kısaltılmışı “Piz” olmuştu. Zira kâğıt ve kalemle olan ilişkisi o yıllarda başlamıştı. İlk eğitimini babasından alan Picasso, sonrasında Academia de San Fernando’ya devam etmişti.
Müzik: Antonio Vivaldi
Babası, önceleri berberlik yapmış, daha sonra ise başarılı bir kemancı olmuştu. Vivaldi, ilk müzik eğitimini babasından almıştır.
FELSEFE
Filozof: Socrates
Socrates’ın, çocukluğunda, sıradan bir Atinalı olarak o dönemdeki bilimsel ve toplumsal gelişmelere paralel olarak verilen geometri, aritmetik ve astronomi derslerini aldığı belirtilir. Yunanlı şairleri okuduğu ve ana dilini en iyi şekilde öğrenmeye çalıştığı söylenmektedir. Eğitim sürecinden sonra canlı varlıkların ortaya çıkış nedenleri, varlıklarını sürdürme, üreme ve ölümleriyle ilgili olarak doğa bilimleri üzerine yoğunlaşan düşünür, insan hayatını sorgularken düşüncelerini bu temeller üzerinden değerlendirmeye başlamıştı.
Bunlar benim şu an spontane bildiğim dünyaca ünlü BAŞARIlar. Tabii bunlara farklı örneklemeler de verilebilir.
Geleceği GÜZEL yönde etkilemenin, o çocuğu GÜZEL/DÜZGÜN bir insan olarak yetiştirebilme yetisi ile bağlantılı olduğunu görebiliyorum ben. Bu sorumluluk da inanılmaz zor bir yük.
Sürekli 3-5-6 çocuk doğuran veya doğurmaya yönlendiren insanları (zihniyetleri) anlayamıyorum. Öylesine doğurma mentalitesini çözemiyorum. Daha 1 tanesinde ben bu kadar düşünce anlamında dağılırken/boğulurken, o insanlar bu çocukları nasıl yetiştiriyorlar... O çocuklara hak ettikleri imkanları sağlayabiliyorlar mı, onları geleceğe tam donanımlı hazırlayabiliyorlar mı, şimdiki çocukların yarınları olacağını biliyorlar mı, o yarınlar nasıl olmalı düşünüyorlar mı, o yarınların insanların geleceğini yönlendireceğini biliyorlar mı?..
Mevcut imkanlarda o yarınlar ne kadar bugün olabilecek bir düşünüyorlar mı?..
O yarınlar/insanlar, bu dünyanın sahibi olacaklar ve yetiştirenler o dünyanın DÜNÜ olacaklar, bunu düşünüyorlar mı?
Eve gidince çocuğumuza, kendimize, şartlarımıza, onu nasıl yetiştirdiğimize bir bakalım. Sizi bu konuda sadece bir 5 dakika düşünmeye davet ediyorum.
Unutmayın, çocuğunuza ve yarınınıza 5 dakikalık bir yatırım çok değildir.
Soru/-lar:
1. Bir çocuğa en erken ne zaman yapması istenen şeyi (iş - hobi - spor - beceri) empoze etmeli?
2. Empoze edilmesi istenen şey, çocuğun istediği bir şey oluyor mu?
3. Çocuğa bir şeyleri empoze etmek doğru mu? Kendiliğinden gelişmez mi? Gelecekle alakası hangi boyutta?
Peki bütün bu soruların içerisinde BAŞARI hangi noktada var oluyor?..
Geçenlerde izlediğim bir belgesel (tesadüf) bazı soruları yanıtlamama yardımcı oldu aslında.
Kendimce bir İNSAN yetiştirmenin ne kadar ZAHMETLİ ve TEHLİKELİ olduğunu her defasında fısıldasam da, bir insan yetiştirmenin çok ince BECERİlerden geçtiğinin de farkında oluyorum tekrar tekrar.
Sonsuz bir macera geliyor bana bu süreç.
Sürekli kendinden vermen gerekiyor; zaman - para - duygu - düşünce…
Bir insanı daha en ufaktan nasıl yetiştirirsen o insan o yönde o kadar gelecek oluyor aslında…
Seyrettiğim belgeselde, özellikle spor camiasında, ebeveyn çocuğu kendi ilgi duyduğu veya uğraştığı bir spor dalına yönlendirdiğinde, çocuğun arz ve yeteneği buluşuyorsa BAŞARI oranının %99 olduğunu saptamış bulunuyorum. [%1 - çocuğun ilgi alanının birden değişmesi olabilir.]
Tabii bir de yaşanılan ülkenin sosyoekonomik durumu da çok önemli bir etken. O şartlar sağlanabildiği noktada başarı faktörü %99 ile buluşuyor. Bunu es geçemeyiz.
Örnekler:
SPOR
Formula 1: Michael Schumacher
Dört buçuk yaşında, babasının evde yaptığı üstü açık mini yarış arabasıyla, kart racing yaparak başladı. 12 yaşında ilk lisansını aldı ve 1984-1987 yılları arasında içinde Formula Konig Series’in de yer aldığı Almanya ve Avrupa kart racing şampiyonalarını kazandı.
Golf: Tiger Woods
Daha küçük yaşta sadece Junior Dünya Golf Futbol Şampiyonası ve Optimist Uluslararası Gençler Turnuvası gibi başarılar hayatının erken dönemlerinde ortaya koyduğu başarılardan birkaçıdır.
Futbol: Lionel Messi
Messi, beş yaşındayken bu yerel kulüpte forma giymeye başlayarak futbol hayatına atılmış oldu.
SANAT
Resim: Pablo Picasso
Resimle ilgili büyük yeteneği çok küçük yaşlarında ortaya çıkan Picasso’nun söylediği ilk sözcük İspanyolca kalem anlamına gelen Lapiz’in kısaltılmışı “Piz” olmuştu. Zira kâğıt ve kalemle olan ilişkisi o yıllarda başlamıştı. İlk eğitimini babasından alan Picasso, sonrasında Academia de San Fernando’ya devam etmişti.
Müzik: Antonio Vivaldi
Babası, önceleri berberlik yapmış, daha sonra ise başarılı bir kemancı olmuştu. Vivaldi, ilk müzik eğitimini babasından almıştır.
FELSEFE
Filozof: Socrates
Socrates’ın, çocukluğunda, sıradan bir Atinalı olarak o dönemdeki bilimsel ve toplumsal gelişmelere paralel olarak verilen geometri, aritmetik ve astronomi derslerini aldığı belirtilir. Yunanlı şairleri okuduğu ve ana dilini en iyi şekilde öğrenmeye çalıştığı söylenmektedir. Eğitim sürecinden sonra canlı varlıkların ortaya çıkış nedenleri, varlıklarını sürdürme, üreme ve ölümleriyle ilgili olarak doğa bilimleri üzerine yoğunlaşan düşünür, insan hayatını sorgularken düşüncelerini bu temeller üzerinden değerlendirmeye başlamıştı.
Bunlar benim şu an spontane bildiğim dünyaca ünlü BAŞARIlar. Tabii bunlara farklı örneklemeler de verilebilir.
Geleceği GÜZEL yönde etkilemenin, o çocuğu GÜZEL/DÜZGÜN bir insan olarak yetiştirebilme yetisi ile bağlantılı olduğunu görebiliyorum ben. Bu sorumluluk da inanılmaz zor bir yük.
Sürekli 3-5-6 çocuk doğuran veya doğurmaya yönlendiren insanları (zihniyetleri) anlayamıyorum. Öylesine doğurma mentalitesini çözemiyorum. Daha 1 tanesinde ben bu kadar düşünce anlamında dağılırken/boğulurken, o insanlar bu çocukları nasıl yetiştiriyorlar... O çocuklara hak ettikleri imkanları sağlayabiliyorlar mı, onları geleceğe tam donanımlı hazırlayabiliyorlar mı, şimdiki çocukların yarınları olacağını biliyorlar mı, o yarınlar nasıl olmalı düşünüyorlar mı, o yarınların insanların geleceğini yönlendireceğini biliyorlar mı?..
Mevcut imkanlarda o yarınlar ne kadar bugün olabilecek bir düşünüyorlar mı?..
O yarınlar/insanlar, bu dünyanın sahibi olacaklar ve yetiştirenler o dünyanın DÜNÜ olacaklar, bunu düşünüyorlar mı?
Eve gidince çocuğumuza, kendimize, şartlarımıza, onu nasıl yetiştirdiğimize bir bakalım. Sizi bu konuda sadece bir 5 dakika düşünmeye davet ediyorum.
Unutmayın, çocuğunuza ve yarınınıza 5 dakikalık bir yatırım çok değildir.
Pazar, Mayıs 22
Artık ben de bir BLOG insanı oldum..
Web dünyası ile çok sıkı bir iletişimim olsa da , daha önce bu dünyada varolmak ile ilgili pek bir adımım bulunmamaktaydı. Bunun adına belki korku diyebiliriz...
Yaklaşık 2 yıl önce başlayan bir sürecin içinden geliyorum. Eğer bunu bir kompozisyon olarak düşünecek olursak ; giriş-gelişme-sonuç üçgenin GELİŞME kısmında bulunmaktan son derece mutluyum.
Umarım NARMANIA dünyasında sizler de benimle buluşmaktan zevk alırsınız.
O zaman resmi bir şekilde BEN BURDAYIM diyorum :)
ö.N
Yaklaşık 2 yıl önce başlayan bir sürecin içinden geliyorum. Eğer bunu bir kompozisyon olarak düşünecek olursak ; giriş-gelişme-sonuç üçgenin GELİŞME kısmında bulunmaktan son derece mutluyum.
Umarım NARMANIA dünyasında sizler de benimle buluşmaktan zevk alırsınız.
O zaman resmi bir şekilde BEN BURDAYIM diyorum :)
ö.N
Kaydol:
Yorumlar (Atom)